Vedat Bey, the Heartbreaker


Merhaba sevgili gönül dostlarım! Dönemi kapatamasam da aralayıp kendime edebiyat dünyasına yeniden armağan etmeye (puhaha) hazır olduğum bu günlerde, uzun zamandır ihmal ettiğim komikli şakalı yazılara bir yenisini daha eklemek istiyorum. Bu arada kendimi edebiyat dünyasına armağan etmeme güldük geçtik ama eğer ismi şimdi başka bir şey olan, ama benim için hep ÖSS olarak kalacak olan o güzide sınavdan istediğim sonucu alabilirsem ve hatta iyi bir çocuk olabilirsem, Gargamel’i öpüp İspanya Prensi’ne çevireceğim. Hazır bu konuyu açmışken, blogu boşlamamın bahanesi olarak da test çözüyor olmuş olmamı da sunabilirim belki, ama bence siz inanmayın; siz inanmayadururken ben de komikli hikayeme devam edeyim.

Hikayemizin baş kahramanı, yakışıklı mı yakışıklı, sempatik mi sempatik, mühendis mi mühendis bir beyefendi: Vedat. Şimdi böyle yakışıklı falan deyince, dedikodu severlerin gözlerinin faltaşı gibi açıldığını görebiliyorum, hatta belki de bir kısmınız “Ay dur, dur!” diye yerinden kalkıp mutfağa çekirdek, patlamış mısır, yahut soslu fıstıkları kaselere doldurmaya gittiniz, ama öyle bir şey değil. Evet belki sonunda hayal kırıklığı ve aldatılmışlık barındıran bir hikaye (yazar burada foreshadowing yapıyor) amma velakin, hem esas kız ben değilim; hem de bu hikaye komikli ve aşklı olmanın ötesinde, varoluşsal yahut şizofrenik kaygıları da içinde barındırıyor. (üff nasıl da foreshadowing)

Neyse konumuza dönelim. Olay hem Madrid’de, hem Ankara’da hem de Marmaris’te geçiyor, anlayacağınız baya aksiyonlu. Benim için başlangıcı, İspanya’daki on aylık erasmus maceramın ortalarına denk geliyor. Sene iki bin on bir, ben tabii o zamanlar bıçkın bir delikanlıyım ve Madrid sokaklarında o tapas senin, bu sangria benim, dilimde her gün başka bir Juan Magan şarkısı, gezip tozuyorum… Çılgın günler azizim… Şaka bir yana, 2011 senesinde Whatsapp’ın hayatımıza daha yeni yeni girmeye çalıştığını, bir kısmımızın hala MSN Messenger kullanmakta olduğunu ve Facebook’un da dürtmeli mürtmeli altın çağlarını yaşadığını hatırlatmak isterim. Haliyle, gezip tozmadığım, yahut elektrolatino şarkılarla çılgınlar gibi dans etmediğim zamanlarda MSN ve Facebook başında Ankara’da olup bitenleri öğrenmeye çalışıyordum.

Günlerden bir gün, sevgili arkadaşım Sırma’ya Facebook’tan, çamaşır makinesinde yıkadıktan sonra küçülen hırkamdan dert yanarken, ansızın bomba bir dedikoduyla konuyu değiştirdi. “Buşra’ya” dedi, “biri çıkma teklif etmiş.” İşte tam o anda ben de mutfağa koştum, aburcuburu kaseye doldurup “Ee, noolmuş kız” diyerek döndüm bilgisayar başına; ama fazla laf çıkmamıştı Sırma’dan. Anlattığına göre, kantinde Endüstri’den Vedat diye biriyle tanışmışlar, sonra Vedat Buşra’ya çıkma teklif etmiş, Buşra ise hiçbir şey söylememiş. “Fazla bir şey anlatmadı, bir de sen sor istersen. Belki sana anlatır,” dedi Sırma. Sonra da Vedat’ı çabucak unutup Buşra’yı çekiştirmeye koyulduk. Tabii hikayenin bu kısmı, Facebook’un arşivlerine dayanıyor; ama konuşmaların çoğu MSN’den devam ettiği ve benim de hafızam çok iyi olmadığı için –ki bunun içtiğim sangria ve tekila miktarıyla hiçbir ilgisi yok, tamamen eski anılarımı silip üzerine mimarlık tarihi, sonra onu da silip üzerine komikli video ya da Serdar Ortaç şarkısı kaydetmemden kaynaklı-, sonrasını biraz uydurup genelleyerek anlatacağım.

Neyse efendim, zaman içinde Vedat ne yapıp ne edip Buşra’yı ikna etti ve çıkmaya başladılar. Kızımız biraz kıskanç olduğundan Vedat’ın Facebook profilinde pek de fotoğraf yoktu, anlayacağınız yeni eniştemiz benim için çok gizemli biriydi. Ancak yazışmalı dedikodular öyle çılgıncasına devam ediyordu ki, ben bilgisayar başında çerez gömmekten o dönem sekiz kilo aldım ve gittiğim her herde Brezilyalı olup olmadığımı sormaya başladılar. Gelin görün ki, bu dedikoduların her biri Vedat eniştemizin aleyhinde dedikodulardı; kime sorsam Vedat’a sinir oluyor, sürekli Buşra’nın peşinde dolanmasından, haliyle sürekli bölümde bizimkilerle takılıp, neredeyse projelerine müellif olmaya çalışmasından yakınıyordu. Tabii bu yakınmaları Vedat’ın sevimsiz ve antipatik kişiliği de arttırmaktaydı. Vedat herkesi sinir etmeyi ve sürekli bizimkilerle takılarak yalnızca Buşra’yı değil tüm ekibi bunaltmayı başarmıştı. O kadar ki, doğum günüm için bana yolladıkları hediyede, herkes gibi Vedat’ın da elinden yazılmış bir not vardı; yani bu işe kadar burnunu sokmuştu Vedat Bey.

Bu olaylar esnasında Ankara’da da benim dedikodum bol bol dönmüş olmalı ki, Vedat Eniştem dayanamayıp bana Facebook’tan arkadaşlık isteği gönderdi. Fakat ne yazık ki bulanık bir fotoğrafından başka bir şey yoktu profilinde, yani benim için yeterince dedikodu malzemesi içermiyordu. Merakımı giderememenin hayal kırıklığıyla Vedat’ın sanal arkadaşlığını unutup gitmiştim ki, bir gün kendisi Buşra’nın dedikodusunu yapmak için bir konuşma başlattı. Yaraabbim, bu ne entrikalı bir olaydı, herkes birbirinin dedikodusunu yapıyordu ve benim yüzümden gözümden ucuz cipsler ve patatesli omletler akıyordu artık. Bir süre politik cevaplarla konuşup neredeyse tepkisiz kaldığım bir ‘Buşra beni sevmiyor galiba, bana biraz soğuk davranıyor’ konulu konuşmayı, “Ben bu konuları danışacak biri değilim Vedo” imasıyla bitirmeye çalıştım; ancak Vedat durmadı ve en yılışığından bir “Senin hayatında kimse var mı?” ile benim de antipatimi kazanmayı başardı. Bense burnundan ve kulaklarından dumanlar çıkarcasına kızgın ve fakat sofistike yapısıyla kibarmış gibi görünen birkaç cümle ile “sanane lan”ı muhteşem bir şekilde süsleyip kendisine armağan ettim. Hemen akabinde bunu tabii ki de her fırsatta Vedat’ın yılışıklığından yakınan Sırma’ya anlatmam gerekiyordu. “Sırma” dedim, “böyle böyle oldu bu Vedat ne ayak?” Biraz da benim katılımımın olduğu bir Vedat yerme seansı yapıp konuyu kapattık.

Bir zaman sonra, Buşra’nın Vedat’tan ayrıldığı haberi ulaştı. Eniştemize çoktan sinir olduğumdan, içten içe sevindim bu habere. Yine çok detaylı hatırlamasam da bol miktarda iç soğutan “oh olsun” dedikodusu yaptığımızdan da eminim. İşte böyle buruk bir aşk hikayesiydi Vedat ve Buşra’nınki. Benim içinse buruk bir dedikodu olarak kalacaktı; çünkü Vedat’ı asla kanlı canlı görme şerefine nail olamayacaktım. Yine de olur da bir gün şu meşhur kantinde görürüz, kızlardan biri de gelip “Aaa Vedat değil mi oo,” der; meraklı ve bir o kadar da ezici bakışlarla Vedat’ı sözde çaktırmadan inceleriz umuduyla Ankara’ya döndüm. Şaka şaka, ben normal dönmüştüm Ankara’ya, ama arada aklıma geliyor, Endüstri katına çıktığımda falan etrafta herhangi bir Vedat var mı diye merakla bakınıyordum. Bu da şaka, Endüstri en üst kattı, ne çıkıcam…

Neyse efendim, yıllar geçti, bizler mezun olduk. Hatta hepimiz yapı derslerini çift dikiş aldığımızdan mütevellit, okulu uzata uzata bitirdik ve sene oldu iki bin on beş. O yıllar içinde de hiçbir hayırsever çıkıp da “Bak bu senin ex enişten Vedat” demedi, ve o tamamlanamayan dedikodu, hep içimde bir ukde olarak kaldı. Ama mezun olmuştuk ve Vedat’a gelene kadar, hepimizin düşünmesi gereken başka bir sürü boktan şey vardı. Yine de telaşeden henüz çıktığımız o ilk birkaç ayın rehaveti ile bok püsürü düşünmeyi öteleyip tatile Marmaris’e gitmeye karar verdik.

Sevgili gönül dostlarım, gerçekten arkadaşlarla gidilecek tatil konusunda bir rekor kırdığımızı belirtmek isterim. Tamı tamına sekiz genç kadın, mucizevi bir şekilde organize olup tatile gitmeyi başarabildik, hem de tek birimizin bile regl olmadığı bir zaman diliminde. Dahası, yaz sıcağı altında, tek banyolu bir evde, kimse kimseyle tuvalet/duş/makyaj sırası kavgasına girmeden günlerce yaşamayı başardık. Sekiz kadın olarak gittiğimiz her dükkanda, restoranda, etkinlikte yüksek ilgi görüp muhteşem indirimlerden faydalandığımızı da söylememe gerek var mı bilmiyorum. Neyse, bu başarılı tatili alkışlamayı bir kenara bırakıp konunun Vedat’la ilgili olan kısmına geri dönüyorum.

Tatilimizin güzel bir akşamında, evde kısıtlı imkanlarımızla, asla hiç birimize yetmeyecek olan, en yakın Bim’den aldığımız birkaç patatesi kızarttık ve boş bir plasik yoğurt kasesine doldurup gerçekçi bir aburcuburla, gerçekçi dedikodular yapmak üzere sahile doğru yola koyulduk. Yol üstünde marketlerden siyah poşetlerle şaraplar ve biralar alındı, sahilde güzel sakin bir yer seçtik ve kocaman bir çember oluşturup oturduk. Yolda gelirken kendi sıcaklığıyla çoktan yumuşamış olsalar da patatesleri bir çırpıda yiyip bitirdik ve kısa sürede geriye sadece içkiler ve dedikodular kalmıştı tüketilecek. Oydu buydu derken alkolün etkisiyle yumuşayan beyinler, aşklı meşkli konulara geçiş yaptı; fakat bir yandan da günün yorgunluğunun göz kapaklarımızda birikmesiyle konuşmalardaki sessizlikler gitgide uzamaya başlamıştı. Tam sırasıydı işte, o yıllarca içimde sessizce duran Meraklı Melahat’i konuşturmanın… Uzunca bir sessizlik kollamaya başladım ve ilk yakaladığım fırsatta, yumuşak bir şekilde çemberin ortasına o soruyu bıraktım: “Senin bi Vedat vardı Buşra, noldu o ya?”

Sırma’yla birbirlerine baktılar. Gözler faltaşı gibi açılmıştı, bir an için uygunsuz bir şey yapmış olabileceğim ihtimalinin verdiği tedirginlik midemi mınıcıklar gibi olsa da, şaşkınlıklarının muzip bir şaşkınlık olduğunu anlayarak rahatladım. Suçlu bakışlardı bunlar ve kısa sürede yerini kahkahaya bırakmışlardı. “Aaa,” dedi Sırma, “Biz sana onu söylemeyi unuttuuuk!”

Bu sefer şaşkın bakma sırası bendeydi. Neyi söylemeyi unutmuşlardı? Neyi olacak, tabii ki Vedat diye birinin asla var olmadığını… Yani tamı tamına dört sene boyunca işletildiğimi... Kıs kıs gülmeye başlamışlardı, bense bir yandan dumur olmuş, bir yandan da beynimdeki neden’ler ve niçin’lerle boğuşuyordum. Gülüşmeler dinip de bunlardan birkaçını soru cümlelerine dönüştürebildiğimde öğrendiğim, bana şaka yapmak istemiş oldukları, ama sonra tamamen unutup şakayı tamamlayamadıklarıydı.

Velhasılıkelam, kumlu bir tatilde bir banyonun sekiz kıza yapamadığını, asla var olmamış olan Vedat Bey yapmıştı. Tatilin geri kalanında ve sonrasında da bunun tribini tabii ki de attım, hala ara ara konu aklıma geldikçe de atmaya devam ediyorum; fakat yaptıkları şakayı unutup yarım bırakmalarına da hala onlara çok göstermediğim bir yanımla gülmüyor da değilim.

Yine de gönül dostlarım, siz de yaşadığım bu trajikomik olaydan dersinizi alın ve duyduğunuz her dedikoduya inanmayın. Hadi diyelim ki inandınız, öyle hemen mutfağa gidip de bir paket cips açmayın. Eğer o cipsi açacaksanız, en azından dedikoduya dahil olan tüm kişi, kurum ve kuruluşların gerçekliğinden emin olduktan sonra açın. Aman deyim..

NOT: Seren’in bu şakayla hiçbir alakası yoktur. Zaten dedikoduyla da alakası yoktur, ve bu yüzden abur cuburla da alakası yoktur.