Postacı ve İhtiyar

Postacı’nın hayatı artık rayına oturmaya başlamıştı. Geçmişte yaşadığı tüm sıkıntıları geride bırakmış, birkaç sene önce yeni bir başlangıç yapmak adına yerleştiği bu şehre artık tamamen alışmıştı. Burada bir ailesi olmasa da haftasonları gezilere ya da maçlara, hafta içi iş çıkışı meyhaneye gidebileceği, başı sıkışınca borç isteyebileceği ya da şehir dışına çıktığında çiçekleri sulaması için evinin yedek anahtarını teslim edebileceği birkaç arkadaş edinmişti. Canını sıkan tek mesele, postacı maaşının, arkadaşlarıyla gittiği geziler, hanımlarla çıktığı yemekler, evde biten yiyecekler derken çabucak eriyip gidivermesiydi. Daha ayın ortası gelmeden paralar suyunu çekmeye başlıyor, bütün bu sevdiği eğlenceler bir sonraki aya erteleniyordu. Postacı’nın öyle fazla bir parada gözü de yoktu; ama sadece ayın ikinci yarısında da keyfini sürdürmek, kendi gönlünü hoş etmek istiyordu. Bu duruma bir çözüm bulmak istediğindeyse ilk aklına gelen şey, kaldığı evindeki fazladan odayı başka bir kiracıyla paylaşmak olmuştu.

Arkadaşlarının hiçbirinin kalacak yeni bir yere ihtiyacı yoktu ve yeni kiracının bir yabancı olması gerekiyordu. Hatta arkadaşlarının arkadaşları bile hep evini, düzenini kurmuş olduğundan, bu tamamen yabancı yeni ev arkadaşını bulmak için ilanlar bastırıp ağaçlara asması, posta kutularına bırakması gerekmişti. İlanları dağıtma işini bitirdikten sonra telefonları beklemeye koyuldu Postacı. Önce bir süre kimse aramadı, ardından bir iki tane, gözünde pek de tekin gözükmeyen adamla görüşüp kibarca reddeti. Günler sonra bir gün yine telefon çaldı ve açtığında “Kiralık oda ilanı için aramıştım,” diyen ihtiyar bir adamın sesini duydu. İhtiyar’ı görüşmek üzere evine çağırdı; temiz giyimli, sessiz sakin bir adamdı. Postacı evi gezdirirken ya da kira işlemleriyle ilgili konuşurken, neredeyse hiç tepki vermeden onu takip etmiş, dinlemişti. Biraz tuhaf bir adam olduğunu düşünse de, odaya çıkan talipler arasında en güvenilir gözüken olduğu için İhtiyar’la anlaştı Postacı.

Birkaç gün sonra İhtiyar, Postacı’nın evine yerleşti. İlk görüşmelerinde olduğu gibi her şeye tepkisiz kalmaya devam ediyordu. Postacı, İhtiyar’la konuşmaya başladığında, anlattığı şeylere karşı bu kadar tepkisiz ve soğukkanlı davranmasına sinir olmuştu, bu yüzden onunla olabildiğince az konuşmaya gayret ediyordu. İhtiyar’ınsa sessizliği ve tepkisizliği, sadece konuştukları zaman devam etmiyor, evin içinde hareket ederken de çıt çıkarmıyordu. Bu durum başlarda Postacı’nın hoşuna gitmiş olsa da, bir süre sonra bir anda ortadan kaybolup bir anda belirivermesinden rahatsız olmaya başlamıştı. İhtiyar dışarı çıktığı zamanlarda bu garip adamın evden uzaklaşmasına, evin kısa süreliğinde de olsa kendisine kalmasına sevinirdi; ama her seferinde adam hemencecik eve dönüverirdi. Tuhaflıkları bundan ibaret de değildi üstelik, kimi zaman evin herhangi bir köşesinde saatlerce hiçbir şey yapmadan, bomboş bakışlarla ve neredeyse hiç hareket etmeden oturduğu olurdu. Dahası, bir şeyler yediğine de çok az şahit olmuştu Postacı.

Günden güne bu garip ve sinir bozucu adama karşı kin besledi Postacı. Sessiz sakin, tepkisiz kişiliğini de fırsat bilip İhtiyar’ı birazcık da hor görmeye başlamıştı. Evin içinde birdenbire karşısına çıktığında ve yok olduğunda, kendisi boş bulunup da gün içinde başına gelen bir olayı anlatmaya başladığı zaman yine bir robot gibi tepksiz kaldığında ya da tuvalete girip de saatlerce çıkmak bilmediğinde sert tepkiler vermeye, öfkesini İhtiyar’a açıkca belli etmeye başlamıştı. İhtiyar’ınsa tepkisizliğinde değişen hiçbir şey olmuyordu ve bu da Postacı’nın daha da tahammülsüzleşmesine neden oluyordu.

*

Postacı’yı en çok kızdıran şeylerden biri de, yıllardır alışkın olduğu sabah rutininin İhtiyar yüzünden aksamasıydı. Her sabah saat sekizde kalkar, sekizi iki ya da üç geçe duşa girmiş olur, on geçe çıkardı. Sekiz çeyreğe kadar giyinir, ve sekiz buçuğa kadarki on beş dakikada da hızlıca kahvaltısını ederdi. Saat buçuğa gelince evden çıkar, üç dakikada durağa yürür ve sekiz otuzbeş otobüsüne binip postaneye giderdi. Ancak İhtiyar geldiğinden beri bu sabah rutini aksamaya başlamıştı.

Bir Pazartesi sabahı postacı yine sekizde uyanmış ve sekizi üç geçe duşa girecekken, banyonun dolu olduğunu gördü. Banyo kapısnın önünde sinirli sinirli volta atıp beklemeye başladı. İhtiyar bir türlü çıkmak bilmiyordu… Derken zaman iyice ilerledi ve Postacı, dayanamayıp sonunda patladı, “Yeter saatler oldu çıkmadın be adam, yemek yediğin de yok, neyin sıçması bu saatlerdir!” deyip kapıyı yumruklamaya başladı. İhtiyar ise soğukkanlılığını koruyarak tamı tamına sekizi iki geçe tuvalete girdiğini ve saatin henüz sekizi beş geçtiğini, yani aslında saatler değil üç dakikadır banyoda kaldığını açıkladı içeriden seslenerek. Elinde havlusuyla yüzünü kurulayarak dışarı çıktığında, sesi kadar durgundu yüz ifadesi ve hiçbir şey olmamış gibi Postacı’nın yanından geçip odasına gitti.

O gün evden, her gün olduğu gibi sekiz buçukta değil sekizi otuzbeşe geçe çıktı Postacı. Otobüs durağına yaklaştığında, otobüsün çoktan hareket ettiğini gördü ve bir sonraki otobüsü beklemek zorunda kaldı. Postaneye vardığında da geç kalmıştı; alelacele dağıtılacak postaları alıp koşarak çıktı. Öğle arasına kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamadı ve saat yarım olduğunda, öğleden önce dağıtması gereken postaların ancak yarısını dağıtabilmişti! Yemekten sonra yine koşturarak mektupları dağıtmaya koyuldu. Ancak yine zaman koşarcasına akıp gitti ve gün bittiğinde de işleri bitmemişti.

Salı sabahı, yine sabah kalktığında banyo doluydu. Yine aynı şekilde İhtiyar’a bağırıp çağırmaya başladı. İhtiyar, tıpkı önceki gün olduğu gibi saat sekizi beş geçe banyodan çıktı; ancak Postacı nasıl olduğu anlayamadığı bir şekilde o gün saat sekizi otuz beş geçe değil, kırk geçe evden çıkabildi. Çok daha geç gelen bir otobüse binmek zorunda kaldı ve işe daha da geç başladığından, önceki günden biriken mektuplar da olduğundan yine gün sonunda postaların tamamını teslim edememişti.

Çarşamba günü İhtiyar’dan önce banyoyu kapabilmek için saat sekize beş kala uyandı Postacı. Fakat ne tesadüftür ki İhtiar’ın da o gün beş dakika erken uyanacağı tutmuştu! Banyonun kapısını öfkeyle yumruklamaya başladı Postacı ve saat tam sekizi iki gece İhtiyar dışarı çıktı. Postacı, rutinini yakalayabilmişti; ancak nasıl olduysa evden adımını attığında saat sekizi kırkbeş geçiyordu. Perşembe ve Cuma günleri de işe geç kaldı Postacı. Bütün bir hafta boyunca, mesai saatleri su gibi akıp gitmişti ve Postacı’nın elinde, vaktinde dağıtılamamış yüzlerce mektup kalmıştı.

Haftanın son akşamı, bu sinir bozucu haftanın gerginliğini atmak için arkadaşlarını eve çağırmaya karar verdi. Hem belki bu şekilde İhtiyar’a biraz rahatsızlık vermiş olacak ve evin asıl sahibinin kendisi olduğunu da hatırlatmış olacaktı. Eve gitti, İhtiyar’a seslenip arkadaşlarının geleceğini söyledi ve mutfağa gidip hazırlıkarını yapmaya koyuldu. İhtiyar hiç odasından çıkmamıştı neyse ki, böylece o da kolayca hazırlayıvermişti her şeyi.

Hazırlıkları tamamlandıktan sonra akadaşları doluştular Postacı’nın evine. Birkaç biradan, biraz sohbetten sonra gevşemeye başlamış, haftanın gerginliğini birer birer boşalan bira şişelerine aktarıp çöpe atmıştı. Ve sohbet de güzel, gırla devam ederken, İhtiyar, balkona çıkıp biraz hava almak üzere odasından çıktı sessizce. Postacı ve arkadaşları, başta fark etmeseler de, balkon kapısına doğru seğirttiğinde Postacı’nın yanında oturan arkadaşı, İhtiyar’ı fark edip seslendi “İyi akşamlar İhtiyar Bey, nasılsın? Oturmaz mısın?” İhtiyar, belli belirsiz bir gülümsemeyle geçip yanlarına oturdu.

Normalde İhtiyar’la fazladan zaman geçirecek diye bu duruma sinirlenirdi elbet Postacı. Ama alkolün etkisiyle sevecenleşenlerdendi ve İhtiyar’ın sohbete dahil olmasını sakince izlemeye başladı. Gece uzundu, arkadaşları meraklı. İhtiyar’a Postacı’nın onca zamandır hiç sormadığı kadar çok soru sormaya başladılar. Uzun bir yaşama güzel anılar sığdırmıştı ve bu tepkisiz halinin ardında dolu dolu bir hayat yaşamış, maceraperest bir adam yatıyordu aslında. İhtiyar anlattıkça sohbet tatlılaşıyor, sohbet tatlılaştıkça gece daha da uzuyordu. Saat gecenin ikisi olduğunda, misafirler yorgun düşüp ayakanmaya başlamadan tam öncesinde bir andı ki Postacı İhtityar’ın sakin sakin anılarını anlatışını gülümseyerek dinlemekte olduğunu fark etti. İhtiyar dönüp Postacı’ya baktı ve o kendine özgü, belli belirsiz gülümsemesiyle karşılık verdi. O an, belki de İhtiyar’a haksızlık etmiş olabileceğini fark etti Postacı.

Ertesi sabah ilk defa birlikte balkonda çay içtiler Postacı ve İhtiyar. Postacı, eve geldiğinden beridir ve özellikle son bir haftadır İhtiyar’a ters davranmasının pişmanlığını duymaya başlamış ve bu haftasonunu, hatasını telafi etmeye çalışmakla geçirmişti. Önceden sinirine dokunan bütün garipliklerine gülümseyebilmeye başlamıştı, evin alışverini yapmaya ilk defa birlikte gitmişlerdi ve akşam yemeklerini paylaşmayı kibarlık olsun diye değil, gerçekten içinden gelerek teklif etmişti İhtiyar’a.

*
Pazartesi sabahı yine saat sekizde uyanıp, sekizi beş geçeye kadar İhtiyar’ın tuvaletten çıkmasını bu kez kapısını yumruklamadan bekledi Postacı. Ardından hazırlandı, hızlıca kahvesini içti ve evden saat tam sekiz buçukta çıktı. Postaneye tam saatinde ulaştı ve geçen haftadan biriken postalarla birlikte yola koyuldu. Öğle arası geldiğinde, geçen haftadan biriken postalar çoktan teslim edilmişti bile.
Salı günü de aynı şekilde, sekiz buçukta evden çıkıp sekiz otuzbeş otobüsüne bindi Postacı. Birkaç durak sonra, otobüse bir kadın bindi ve tam karşısındaki koltuğa oturdu. Bu zarif giyimli, ufak tefek ve güzel Kadın’ı göz ucuyla süzdü postacı. Otobüs ineceği durağa varana kadar bakışları bu tatlı Kadın’ın omuzlarına dökülen saçlarına, kucağında duran zarif ellerine, dalgın dalgın dışarıyı seyreden kocaman gözlerine takılıp durdu ve kendisini her Kadın’a bakarken buluşunda utanıp panikle bakışlarını dışarıya çevirdi.

Çarşamba günü mesaisi bittiğinde, dışarıda harika bir hava vardı. Yarım saatliğine güneşin tatlı sıcaklığının tadını çıkarmak için şehirdeki parklardan birine gitti Postacı. Bir banka oturdu ve güneşin ağaçların yapraklarını aydınlatışını, bu ağaçların altında koşturan çocukları seyretmeye koyuldu. Dalıp gitmişken birinin yanıbaşında kendisine seslendiğini fark edip irkildi, “Oturabilir miyim?” Başını çevirip baktığında, kendisine seslenenin, Kadın olduğunu fark etti! Gözlerine inanamamıştı Postacı, “Tabii,” dedi şaşkınlıkla. Teşekkür edip banka oturdu Kadın ve çantasından çıkardığı kitabını okumaya, Postacı ise yine Kadın’ı seyretme isteğiyle mücadele etmeye başladı. Bir süre daha sessizce kendini ağaçları seyretmeye zorladıktan sonra Kadın’a iyi akşamlar dileyerek parktan ayrıldı.

Perşembe sabahı otobüse binip de Kadın’ın iki gün önce bindiği durağa vardıklarında pür dikkat binenleri inceledi Postacı. Kadın aralarında yoktu. O an, bir önceki gün parkta onunla sohbet etmediği için kendine kızdı Postacı. Belki de bir daha hiç karşılaşamayacaklardı! Ne var ki birkaç saat sonra, mektupları adreslerine teslim etmek için sokaklarda koşturduğu bir esnada, Kadın’ın yolun karşı tarafında yürümekte olduğunu fark etti. Aceleyle, birbirlerinin aksi yönlerde ve yolun iki ayrı tarafında yürürlerken, Kadın da bir an için Postacı’yı fark etti ve gülümseyip başıyla tatlı bir selam vererek yoluna devam etti.

Cuma günü, yine Kadın’ın bindiği durakta ve mektupları dağıtırken karşılaştıkları sokakta pür dikkat etrafına bakındı Postacı. Kadın yine yoktu… Onunla karşılaşma ümidiyle tüm sokakları hızlıca dolaştı ve öğleden önce dağıtması gereken mektupları erkenden bitiriverdi. Biraz hayal kırıklığı biraz da işlerini hızlıca halletmiş olmanın verdiği rahatlıkla kendini erkenden öğle yemeğini yediği restorana attı. Yemeğini alıp uzun masalardan birine yöneldi ve sandalyesine yerleşip başını kaldırdığında, işte oradaydı Kadın, bir arka masada tek başına oturmaktaydı. Bir tesadüfü daha elinden kaçırmak istemediğinden, tepsisini kaptığı gibi kalkıp arka masaya geçti ve, “Oturabilir miyim?” diye sordu. Yemek boyunca sohbet ettiler Kadın’la ve böylece tanışmış oldular.

Sonunda Kadın’la tanışmış olmanın heyecanı bir kenara, bu beklenmedik, şanslı karşılaşmalara da hala bir hayli şaşkındı Postacı. Akşam olup eve gittiğinde bütün bu karşılaşmaların şaşkınlığını üzerinden atamayan Postacı, bir çırpıda İhtiyar’a anlattı hepsini. İhtiyar, yine soğukkanlılıkla dinlemiş, Postacı’nın başına gelenlere hiç de şaşırmamıştı. “Hiç ummadığımız bir yerde, hiç ummadığımız biriyle karşılaşmak, aslında tamamen zamanın bir oyunudur,” dedi ihtiyar. “tatile gittiğinde, sahilde seresepe yatıp güneşlenirken patronunla karşılaman, zamanın küçük bir şakasıdır mesela,” diye devam etti, “senin de, patronunun da o sahil kasabasına gitmesinin tuhaf bir yanı yoktur. Tuhaf olan, aynı anda gitmiş olmanızdır.”

Postacı, İhtiyar’ın bu açıklaması üzerine dalıp gitmişken “Yatsam iyi olacak,” deyip odasına çekildi İhtiyar. Başına gelenlerin heyecanıyla İhtiyar’ın solgun görünümünü fark etmemişti. Ertesi sabah uyandığında, İhtiyar’ın sesinin soluğunun çıkmayışıyla fark etti bir sorun olduğunu. İhtiyar hastalanmış, odasında yatıyordu. Bütün haftasonunu yatağında, gitgide soluklaşan benziyle, Postacı’nın hastaneye gitme önerisine karşı çıkarak geçirmişti İhtiyar.

*

Hafta başladığında Postacı, hasta İhtiyar’ı evde bırakıp işe dönmek zorundaydı. O gün sabah, Kadın’ın bindiği durakta tıpkı onun gibi giyinmiş başka birisi bindi otobüse ve aynı koltuğa, tıpkı onun gibi oturdu. Birkaç saat sonra, Postacı mektupları dağıtırken daha önce karşılaştıkları sokakta, karşılaştıkları şekilde, Kadın’a çok benzeyen bir başkası geçti karşı kaldırımdan. Ve öğlen olduğunda, tam yemeğe başlayacakken arka masada, yine ona çok benzeyen başka bir kadının oturduğunu fark etti Postacı. “Sanki aynı anları tekrar yaşıyor gibiyim” diye geçirdi aklından.

Salı günü yine aklı bir yandan İhtiyar’ın hastalığı bir yandan da Kadın’la meşgulken, mektupları dağıtmaya koyuldu Postacı. Birbiri ardına bir sürü sokağa, bir sürü binaya giriyordu her zamanki gibi. Öğleden sonrasıydı, iyice yorulduğu bir anda, bir binanın içine girip etrafına baktı. O gün daha önceden bu binaya girdiği hissine kapılmıştı. Elindeki mektubun adresine tekrar baktı, hayır doğru binaya gelmişti… Yorgunluktan kafasının karıştığını düşünüp işine devam etti.

Çarşamba sabah uyanıp İhtiyar’a baktığında, renginin çok daha solgun olduğunu gördü, durumu gitgide kötüye gidiyor gibiydi. Daha da dalgın, işe koyulup mektupları dağıtmaya başladığında, yine aynı şekilde kafası karışmaya başladı Postacı’nın. Bu sefer gittiği her binada, daha önceden bu anı yaşamış olduğu hissine kapılıyor, defalarca listeleri, mektuplardaki adresleri kontrol etme gereksinimi duruyordu.

Perşembe günü, bu hissi çok daha fazla yaşamaya başlamıştı, ne zaman bir sokağa girse, buraya önceden girdiğini düşünüp geri döndüğü için mesai bitiminde, elindeki mektupların yarısını dağıtamamıştı.

Cuma gününün ilk yarısı da bu şekilde geçti. Saat yarım oldu ve öğle arası zamanı gelmişti; ve o anda tanımlayamadığı garip bir şey hissetti; her şeyi çok net duyuyor ve görüyor olsa da sanki her şey yavaşlamış, sesler boğuklaşmış, görüntüler bulanıklaşmış gibi algılıyordu. Önce bunu da haftanın yorgunluğuna ve kafasının meşguliyetine verip umursamadı Postacı. Her zamanki gibi restorana yemek yemeğe gitti, her zamanki masasına oturdu, garsonlarla aynı muhabbetleri etti ve aynı hızda yedi yemeğini. Saatine baktığında hala on iki buçuktu. İş çıkışı saatçiye uğrayıp saatin pilini yeniletmeyi düşündü ve işine devam etmek üzere restorandan çıktı. Elindeki postaları dağıtmaya devam etti, onlarca sokağa girdi çıktı; ancak öğle arasının kalabalığı sona ermemiş, insanlar sokaklardan ofislerine bir türlü çekilememişti. Beynindeki tuhaf uğultuya rağmen çalışmaya devam etti Postacı. Birkaç saat sonrasında sokağın karmaşası hala dinmediği gibi, öğle arasında yağıp bitmesi gerekip de bitmeyen yağmur da hala devam ediyordu.

Zaman durmuştu. İnsanların yüzüne dikkatlice bakmaya başladı Postacı. Bu durumu fark eden sadece kendisi değildi. Kimisi paniklemiş, dünyanın sonunun geldiğini söylüyor; kimisiyse sonunda dualarının kabul olduğunu ve bu yüzden öğle tatilinin bitmediğini düşünüyor, seviniyordu. Postacı, son üç haftadır yaşadığı gariplikleri o anda fark etti. Acaba herkesin başına gelmiş miydi böyle şeyler, yoksa bütün bu olanların sorumlusu kendisi miydi? Kimsenin kendisine sürekli anlamsız şekilde her şeye geç kaldığını, üst üste garip tesadüfler yaşadığını ya da sürekli bir anı daha önce yaşamış hissine kapıldığını anlatmadığından, içten içe bir suçluluk hissetmeye başlayarak eve doğru yolakoyuldu.
Eve girince İhtiyar’a seslendi. Cevap gelmemişti. Zavallının bir haftadır nasıl hasta olduğunu bildiğinden çok korktu Postacı. Odasına gidip kapısını tıklattı. Yine cevap gelmedi. “İhtiyar! Orada mısın?” diye seslendi. Cevap gelmedi.

Kapıyı korkuyla, titreyerek açtığında içerde kimse yoktu. Dahası, İhtiyar’ın eşyaları da odada değildi! Ne olduğunu anlayamayan Postacı, odaya bir adım attı ve masanın üzerinde duran kadife kutuyu fark etti. Kutuya uzandı, İhtiyar’ın yatağına oturup kutuyu açtı. Kutunun içinde, avucunun içine tam oturacak büyüklükte cam bir küre vardı. Küreyi avucuna aldığında, içinde rakamlar olduğu gözüne çarptı. Daha dikkatlice baktı; bu, kürenin merkezinden uzanan akrep ve yelkovanın üç düzlemde hareket edebildiği ve yüzeye yakın duran sayıların da her yönde hareket edebildiği bir saatti. Ardından, kutunun içinde bir de not olduğunu fark etti:

Benim görevim sona erdi, Zaman’ı yönetme sırası sende.
Hoşçakal,
İhtiyar

Postacı’nın küreyi avucuna alıp zamanı yönetmeye başlamasıyla, saatler tekrar tıkırdamaya başladı ve o uzun öğle tatili sona erdi. Bütün başına gelenlerin, zamanın bir oyunu olduğunu anlaması da fazla uzun sürmedi. Bitmek bilmeyen ya da hızla geçen dakikalar, beklenmedik tesadüfler, zamanın küçük oyunları; tekrarlayan anlar ise zamanın yöneticisi yorgun veya hasta olduğunda gerçekleşen kafa karışıklılarından ibaretti.