Ağaçların Zamanı


Hani olur ya sabahın çok erken saatlerinde bir esinti hisseder, bir an için uyanır gibi olursun da rüyalar alemi hiç beklemeden seni geri çekiverir içine… Ve sonra telefonun ilk alarmı böler uykunu, erteleyip daha hafif bir uykuya koşarsın; ta ki güneşin aydınlığı odanın içini doldurup yeni bir güne başlamanın heyecanı gözlerini açana kadar. İşte Söğüt de kış uykusundan böyle uyanıyordu. Önce ufaktan bir sıcaklık hisseder gibi oluyor, sonra yine mevsimsiz yağan bir karla birlikte hissizliğine dönüyordu. Ve havanın gitgide ısınmasıyla, cemrelerin düşmesiyle uykusu gitgide hafifliyor, aylardır bilinçsizce içinde tıkılı kaldığı hissizlik ortadan kalkmaya başlıyordu.

Önce havanın sıcaklığını hissetmişti Söğüt, ardından köklerini çevreleyen yumuşak, bereketli toprağı ve köklerinden gövdesine süzülen hayatı. Köklerinden aldıklarını gövdesinden dallarına taşıyarak hareketlendirmişti kendini. Büyümeye, yeşillenmeye, canlanmaya hazırdı; birkaç gün boyunca tertemiz bahar havasını içine çekip tomurcuklarını hazırladı ve bütün gözlerini, bütün kulaklarını açtı.

Bir parkın ortasında duruyordu. Gövdesinin etrafında yuvarlak, üzeri ahşap çıtalarla kaplanmış bir bank vardı. Yakınlarında parkı çevreleyen diğer ağaçlar vardı, onların da bahar hazırlıklarını yapmakta olduklarını gördü, kökleriyle uzanıp bir selam verdi bu ağaçlara. Yukarıdaki gözleri, hafif grimsi gökyüzünü; aşağıdaki gözleri, bankın üzerinde oturan yaşlı bir kadını; dallarındaki gözleriyse burada dinlenen serçeleri seyretmeye başladı. Saatler ilerledikçe park kalabalıklaştı ve Söğüt bütün gözleri ve bütün kulaklarıyla bu koşturmacaları hayretle izlemeye koyuldu. Altındaki banka başka başka insanlar gelip gitmeye başladı ve tanıdık bir yüz görmenin umuduyla tüm bu gelenleri gözlemlemeye koyuldu. Tanıdık kimse yoktu aralarında. Bir yandan da parkın içinde olanları seyrediyor, yeni yüzleri aklına kazımaya çalışıyordu. Özellikle de parkın içinde, gövdesinin etrafında, oyuncakların üzerinde koşup zıplayan çocukları seyretmeye bayılmıştı. Kendisi kocaman gövdesiyle, yeni açan yapraklarını ve dallarını sadece rüzgarda hafif hafif sallayabiliyorken bu miniklerin bu kadar hareketli olması ona inanılmaz keyif vermişti.

Günler ve geceler akıp gitmeye başladı. Söğüt hep gözleri kulakları açık, etrafını seyrediyor, dinliyor; bir yandan da usul usul yapraklarını, çiçeklerini büyütüyordu. Her ne kadar uyanışları bizimkine benzese de, ağaçlar bahar geldikten sonra geceleri uyumazlar aslında. Ha, bir de ağaçların zamanı, bizimkinden farklıdır; aynı anda hem daha yavaş, hem de daha hızlı akar. İlkbaharla sonbahar arası, bizler için bir gün doğumu ve gün batımı arası neyse öyledir ağaçlar için ve bu yüzden günleri daha uzun, zamanları daha yavaştır. Ya da günler ve geceler boyu, bir sürü göz ve bir sürü kulakla etrafı izlerken her şeyi yavaşça, dikkatlice, hiç hareket etmeden gözlemledikleri için daha yavaştır zamanları. Ama işte bu yavaşlık, aslında zamanlarının bizimkinden daha hızlı da olduğunu anlamasını geciktirmişti Söğüt’ün; bunu ancak sonbahar geldiğinde fark edebilecekti.

**
Henüz yaz sıcakları gelmeden bir gün, genç bir kadın yanında beş, bilemedin altı yaşlarındaki çocuğuyla parka geldi. Söğüt, kadının yüzünü görür görmez ilk defa tanıdık biriyle karşılaştığı hissine kapıldı. Nereden tanıdığını hatırlamak için dikkatlice izlemeye devam etti. Önce oyuncakların olduğu tarafa gittiler, çocuk tıpkı diğerleri gibi koşturmaya, oynamaya başladı; annesiyse kimi zaman oğlunun peşi sıra dolanıyor; kimi zaman kenara oturup kitabına göz gezdiriyordu. Biraz zaman geçtikten sonra annesi, çocuğun yorulmaya başladığını fark etti ve elinden tutup dinlenmek için Söğüt’ün gölgesindeki banka yöneldi. Oyunu bölünen çocuğun biraz keyfi kaçmıştı; ancak Söğüt’ü görmesiyle gözleri yeniden parladı ve heyecanla, “Aaa annee baak bizim ağacımız!” diye bağırarak koşup minik kollarıyla ağacın gövdesine sarıldı.

Ne kadar mutluydu Söğüt! Bir yandan bir çocuğun kendisini bu denli sevmesine seviniyor, bir yandan da kadını nereden tanıdığını hala anımsayamasa da, tanıdık birini görmüş olmanın sıcaklığını hissediyordu. Ana-oğul, ağacın dibinde oturdular. Sahi nereden tanıyordu bu kadını Söğüt? Ya da neden çocuk ona “bizim ağacımız” diye seslenmişti? O an, onlarla konuşabilmeyi çok istedi. Belki onların dilini konuşamayacaktı, ama ağaçların, tanıdıkları insanlarla, hayvanlarla iletişim kurabilmek için yaptıkları şeyi yapacaktı. Çiçekleri o güzel kokularını salacaklar, böylece kadın, kendisini fark edecek ve konuşmaya, nereden tanıştıklarını anlatmaya başlayacaktı. Çiçekleri tüm güçlerini topladılar ve kendi usullerince seslenmeye başadılar kadına. Kokuyu önce çocuk fark etti ve “Ağacımız yine mi parfüm sıkmış anne? Geçen sene de sıkmıştı değil mi anne?” diye sordu. Annesi “Evet,” dedi, “Geçen sene, ve önceki sene ve önceki sene de olduğu gibi. Hatta sen daha doğmadan önce, benim karnımayken de bu ağacın altında oturduğumda böyle parfüm kokardı bu ağaç.”

Çiçeklerin güzel kokuları işe yaramış ve kadın, ağaçla olan anılarını kısaca da olsa anlatmıştı. Fakat hala daha önceden ne olup bittiğini zihninde canlandıramamıştı Söğüt; canlandıramayacaktı da. Çünkü o anda henüz fark etmediği şey, aslında tüm gözlerinin, kulaklarının yapraklarında olduğu, dahası, tüm anılarının, belleğinin de burada saklandığıydı. Bu nedenle her bahar geldiğinde neredeyse tertemiz bir zihinle uyanır, yeni anılarını yeni yapraklarına kaydederdi. Sonbahar geldiğindeyse bu yapraklar dökülür, hafızası da gün be gün silikleşirdi. Dibine dökülen bu yapraklar eridiğinde anıları toprağa karışır ve nadiren yeniden köklerden ağacın bedenine dönerdi. İşte böyle olduğunda ancak silik bir anının silik bir parçası yeniden hayat bulurdu Söğüt’ün zihninde ve bu tanıdıklığın nereden geldiğini de bir türlü bulamazdı.

Bu kadını anımsayamayışı da bu yüzdendi. Anlattığı gibi kadın, her sene baharda ve yazın gelip ağacın gölgesinde otururdu keyifle. İlk kez karnında bebeğiyle gelip oturmuştu buraya ve Söğüt de tüm yaz boyunca büyüyen karnını, kadının artan heyecanını takip etmiş; yalnızken okuduğu kitapları onunla birlikte okumuş, eş dostlayken de sohbetlerini dinlemişti sessizce. Sonraki senelerde oğlu da annesinin ağaçla olan bu dostluğuna dahil olmuştu. Söğüt, bu ikiliyle her sene yeniden tanışmış, her seferinde de çok sevmişti onları.

**
Yine bir gün ana-oğul parka geldiklerinde, en güzel kokularıyla karşıladı ağaç onları. Gelip dibine oturduklarında, bankta bir arkadaşının oturduğunu fark etti kadın. İki arkadaş, gittikçe koyulaşan bir sohbete daldılar hemencecik. Çocuksa arkadaşlarının yanına koşup oynamaya başladı. Annesinin sohbete dalıp gitmesini fırsat bilmiş, ona fark ettirmeden küçük küçük yaramazlıklar yapmaya başlamıştı. Söğüt, çocuğun kumların içinde yuvarlanıp toza toprağa bulanmasını, arkadaşlarıyla kovalamaca oynayışını keyifle seyrediyordu; fakat oyun gitgide kızışıyordu ve çocuklar daha çamurlu yerlerde koşmaya, daha yükseklere tırmanmaya, daha hızlı hareket etmeye başlamışlardı. Oyunun heyecanının iyice yükseldiği bir anda, çocuk Söğüt’e doğru koşmaya başladı. Önce bankın üzerine çıktı minik bacaklarıyla ve ardından kocaman gövdesine sıkı sıkı sarılıp tırmanmaya başladı. Dalları da, gövdesi de sağlamdı ağacın, tüm gücünü toplayıp çocuğu güvende tutmaya çalıştı; fakat annesinin başını çevirip durumu fark etmesiyle çocuğun ağaçtan düşmesi bir oldu.

Çocuk minicik, ağacın dibinde yatıyordu. Suratı büzüşmüş, gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı, ancak ne bir ses çıkarabiliyor ne de hareket edebiliyordu. Üzerine düştüğü taraftaki yaraları ancak annesinin yanına koşup kucaklamasıyla görebilmişti Söğüt. Korkudan ve belki de acıdan titremeye başlayan çocuk, annesinin, iyi olup olmadığını anlamak için sorduğu sorulara dahi cevap veremiyordu. Bir kalabalık toplanmaya başladı etraflarına, kimisi meraklı bakışlarla, kimisi yardım etme çabasıyla. Sonradan bir ambulans yanaştı parkın kenarına ve getirdikleri bir sedyeye bindirip götürdüler çocuğu.

**
Yaprakları bu korkunç anıyı da kaydettiler Söğüt’ün mevsimlik hafızasına, bir yolunu bulup çocuğu tutamadı diye kendini suçlayışını da. Dallarında sallanan bu anılarla Söğüt her gün anne ile oğlunun parka yeniden gelmesini bekledi. Çocuğun iyi olup olmadığını öğrenebilmeyi bekledi. Anne ve çocuk gelmediler, belki çocuğun iyileşmesi gerektiğinden, belki de o oraya gelip o günü anımsamak istemedikerinden.

Söğüt merakla, sabırla beklemeye devam ederken günler, haftalar geçti ve sonbahar geldi; yaprakları birer birer dökülmeye başladı. Önceleri bir eksiklik olduğunu fark etmedi ağaç, belki çok da önemsemediği, üzerine düşünmediği anılarıydı önce dökülenler. Günler geçip gittikçe sadece dallarından değil, zihninden de eksilen bir şeyler olduğunu anlamıştı Söğüt. Yaprakları azadıkça daha önemli da anıları silikleşmeye başladı; önce insanların yüzleri belirsizleşti, sonra sesleri, sonra söyledikleri ve en son da olup biten tüm olaylar birer birer kaybolup gidiyorlardı. Gözleri, kulakları azalıyor, daha az dikkatle seyredebiliyordu olup biteni. En sona kalan birkaç yaprağıyla, daha gövdesi her kış olduğu gibi hissizleşmeden hemen önce neden ağaçların zamanının daha hızlı olduğunu anlamıştı. Her ne olursa olsun, ne görürlerse görsünler, unutmaları sonbaharın gelişi kadar çabuk oluyordu. Bizler için unutması belki yıllar alacak bir anıyı, bir mevsim geçişiyle toprağa bırakabiliyorlardı.

Kış gelip çattığında, sert bir rüzgar alıp götürdü son anısını. Gözleri, kulakları çoktan kapanmış, aylar sürecek olan uykusuna dalmıştı. Yapraklar tekrar toprağa karışıp kimi anıları köklerinden gövdesine süzülecek, belki önümüzdeki baharda çocuk iyileştiğinde annesiyle yine bu parka gelecek ve Söğüt de “ben bu kadını nereden tanıyorum acaba?” diye düşünüp duracaktı. Ama ne olursa olsun tüm yaprakları yenilenecek, eski anılarının belki ancak çok silik bir kısmı kalacaktı zihninde ve önümüzdeki bahar aynı merakla, aynı hevesle uyanıp çiçeklerini açacak, etrafını seyretmeye başlayacaktı.