çok uzun yazı

Bilgisayar başında geçirilen saatlerden, günlerden, gecelerden ve de haftalardan sonra kağıt ve kalemin en güzel ikililerden biri olduğunu belirtmem gerekiyor.. Evet ne oluyor ne projesi bu dememe kalmadan kendimi nası yapacağımı bilmediğim bir yığın çizimin içinde, autocad başında sabahlayıp dururken buluverdim... Bu sebeptendir ki son gezilerim hakkında sözlerimi hala söyleyebilmiş değilim..
Yaklaşık olarak bir ay öncesiydi sanırsam, yine bir proje dersinde, yüzümde en Emrahımsısından bir ifadeyle "Ne diyor bunlar ya ben nası yapıcam bunu nası çizicem anlamadım ki bir şey?!" diye içimden söverken (Haftalar ilerledikçe bu sövmelerimin masumiyetinin azaldığını ve azalmakta olduğunu bilmem belirtmeme gerek var mı?) ("Atom fiziği de profesörlük de yerin dibine batsın, hepsinin canı cehenneme!") kendimi konuya ne kadar yabancı hissetmiş, ne kadar hiç bir şey anlamamışsam artık, aklıma küçükken "mimarlık" kavramı üzerine düşündüklerim geliverdi. Etrafımda iç mimar, "dış" mimar kelimeleri söylendikçe kafamda canlanan hep iç mimarın adam gibi ofisinde, evinde oturup güzel güzel çalışan biri, "dış" mimarınsa seyyar satıcı gibi bir şey olduğuydu. Hatta o kadar ki "dış" mimarı sokağa kurduğu, tepesinde "mimar" yazan beyaz plastik standıyla beraber hayal eder, karda kıyamette ne yapar bu adamlar neden dışarda çalışırlar ki acaba der, iç mimarlara hak verirdim.. Gel gör ki bu düşüncelerimden belki de bir hafta sonra, serbest el çizimi dersi için gerçekleştirdiğimiz İtalya gezisinde bu eski düşüncelerimi bir kez daha anımsadım, fakat bu kez konuyla alakasız olduğumdan değil, tamamen sokaklara dökülmüş, yerlere serimiş çizim yapıyor olmamdan dolayı... Zaten konuyla tamamen alakasız olmam da söz konusu değildi. Gezinin esas hedefi Napoli idi, fakat ulaşımı daha ucuza mal edebilmek için Roma üzerinden aktarmalı olarak gittik; ev arkadaşlarımdan da birisi Napoli'li, diğeri Roma'lı olduklarından, ne yapılır ne edilir, özellikle de ne yenir sorularının cevaplarını önceden öğrenerek gittim..
Gezi öncesinde dersin hocasından " bu turistik bir gezi değil, bütün gün çalışmanız gerek" türünden bir uyarı almıştık zaten, yani çok fazla fotoğraf çekme imkanım olmadı. (Ha olanlar da koyunca yan duruyorlar diye koymak istemiyorum -.-) Ama zaten Napoli'nin görülenin ötesinde bir şehir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eski püskü, güvensiz, son derece de pis bir şehir, ama bütün bunların meydana getirdiği doğal ve tatlı bir havası var.. Pisliğin, dağınıklığın da bir şehre yakışabileceğini görmüş oldum.. (öyleyse bir odaya neden yakışmasın?) Bir de İspanyolların aşırı sakinliğinden ve miskinliğinden sonra tekrar insanların gereksiz bir heyecanla bağıra çağıra konuştuğu, yaya geçitlerinde yayalara yol verilmeyen bir yerde olmak bana kendimi evimde hissettirmedi değil... Haa, sadece bunlar da değil tabiki bir de yemekler! Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi çok ucuza çok güzel yemek yedim ve yedim de hani...
Evet detaylardan söz edeyim kısaca. İlk gün Roma'da birkaç saate geçirdikten sonra trenle Napoli'ye geçtik. Tren yolculuğu 3 saat sürüyor ve 10 veya 20 euroya bilet bulunabiliyor. Fakat kalabalık bir saate kaldığımızdan yolculuğun ilk saatini ayakta uyuyarak geçirmem gerekti. Yine de 10 euroya en iyisinden ve en büyüğünden 2 pizza yiyip üzerine para da artacağını düşünecek olursak değdi bence. Hostele eşyaları bıraktıktan sonra pizzacı bulmak için yollara düştük. Aradığımız pizzacıyı bulamayınca yolda karşılaştığımız polislere danıştık -polislerin çok sempatik olduklarını söylemem gerek ama Napoli gibi suç oranın yüksek olduğu bir şehirde bu durum şaşırttı beni açıkcası-. Polislerin önerisi, daha önce ev arkadaşlarımın da ısrarla sözünü ettiği "via del Tribunali" de yer alıyordu, bu sokak üzerinde bir çok güzel pizzacıya rastlamak mümkün fakat bizim gittiğimiz, bu sokaktakilerin en meşhur olanıydı. Hatta o kadar ki, polisler de "şurdan git buraya dön dümdüz yürü yürü yürü sonra bir kalabalık göreceksiniz, hah işte pizzacının önünde sıra bekleyen insanlar onlar, orası da pizzacı Gino Sobrillo" şeklinde tarif ettiler. Gerçekten de içeriye girebilmek için yarım saat kapıda beklememiz gerekti. İçeriye gidip isminizi yazdırıyorsunuz, yaklaşık yarım saat 40 dakika sonrasında isminizi anons ediyorlar, yani sıraya girme araya kaynama itiş kakış gibi bir durum söz konusu değil. Hatta pizzacının hemen yanında, özellikle burada bekleyen insanlar için olduğunu tarif ettiğim bir şarapçı - yerel ürünler tarzı bir dükkan yer alıyor. Sıranızı beklerken burada değişik tatlar atıştırmak gayet keyifli oluyor. Pizzaya gelecek olursak, ilk ısırığımda bir "haaaaaaa şimdii anladııııııım" anı yaşadım. Neden lahmacuna pideye Turkish Pizza dediklerini anlamıyordum bir türlü.. Bizim fast foodcularda tükettiğimiz pizzalar amerikan pizza oluyormuş yani kalın hamurlu. İtalyan pizzası ince hamurlu olurmuş, o da Napoli'de yani güney bölgelerde biraz daha kalın ve yumuşak, kuzeyde ise daha ince ve sert hamurlu yapılırmış. Yumuşak olan Napoli pizzasını da yerken biraz pide gibi dürüp yemek gerekiyor bir de o kocaman fırınlarda pişen hamurun tadı da biraz pide tadını hatırlatıyor. Fakat o eğer pizzanın kalın olanıydıysa, ince olanı heralde pideden lahmacundan çok yufkaya benziyor olmalı, ve mozarella onun üzerinde nasıl barınır hayal edemiyorum bile!
İkinci gün sabah erkenden çizim yapmak için sokaklara döküldük. Günü Napoli içinde oradan oraya sürüklenerek geçirdik. Önce önceki akşam pizzacı ararken dolaştığımız Tribunali ve çevresinde dolaştık, sonra teleferikle kentin yukarısına çıktık. Burası belki de denizi en güzel şekilde görebildiğimiz yerdi. Dersli mersli sıkıcı kısımları geçip gene yemekli bölüme geleyim. İkinci günümüzde, dünyanın en iyi pizzacısı olduğu iddia edilen "Da Michele" ye gittik. Yine aynı şekilde kapının önünde beklememiz gerekti hem de çok daha uzun süre. Bu arada bu bahsettiğim iki pizzacının da fiyatlarının oldukça uygun olduğunu söylemeliyim, genelde 3-5 euro civarında değişiyor ve pizzalar beni bile fazlasıyla doyurabilecek büyüklükte. Pizzacının içerisi sıradan bir kebap dükkanını aratmıyordu; duvarlar beyaz fayansla kaplı, ucuz mermer masalar var, florasan lamba ile aydınlatılıyor. Yani dünyanın en iyi pizzacısıymış dedimse öyle lüks bir yer gelmesin aklınıza, küçücük basit bir restoran, fakat antik bir restoran olduğundan iyice ün yapmış. Burada Gino Sobrillo da olduğu kadar seçeneğimiz de yoktu, sadece 2 çeşit, margarita ve margaritanın mozarellasızı... Saatlerce sıra beklediğimizden, pizzacıdan geç bir saatte çıktık ve açık dondurmacı bulamadık. Fakat hostele dönerken hala bazı kafeler açıktı ve bu kafelerden birinden yine ev arkadaşımın önerisi olan, Napoli'ye özgü "sfogliatelle" tatlısından aldım. Deniz kabuğu şeklinde, dışı çıtır çıtır bir hamurla kaplı, içinde ise tatlandırılmış, biraz da portakallı ricotta peyniri yer alıyor.


Sonraki gün çizime Capri adasında devam ettik. Ünlülerin, sosyetenin tatil için tercih ettiği bir yermiş Capri adası. Akdeniz ne de olsa elbet güzel olacak ama yine de bir kıyaslama yapmadan duramıyor insan.. Napoli'nin kirliliği ufaktan buraya da sıçramış fakat aynı oranda yakıştığını söyleyemeyeceğim.. Adanın bir bölümüne yerleşim alanı kurulmuş (kokuyordu), diğer bir kısmı ise doğanın ellerine bırakılmış ve hala etkileyiciliğini koruyor (yandaki resim). Günün çoğunluğunu zaten bu güzel olan kısımda geçirdik, çoğunlukla da keçi keçi tırmanarak... Adanın bu temiz bırakılmış olan tarafında en uçta, yerleşik hayattan tamamen soyutlanmış olan, Adalberto Libera'nın tasarladığı Malaparte evi yer alıyor. Bu evi görebileceğimiz bir noktaya ulaşmak günün hedefiydi diyebilirim, bu uğurda tamamen tarzansı bir gün geçirdik. Adaya gemiyle geldikten sonra fünikülerle yükselip esas lüks şaşalı şehir merkezine ulaşıyorsunuz. Şaşalı dediğim de kokuyo yani neyse. Burada hatta minicik bir meydancık var İtalya'nın her yerinde olduğu gibi ve de meydanda kafeler. Tabi zaten pahalılığıyla ün yapmış olan bu adada meydanda oturup kahve içmek fazlasıyla cep yakıyor. 
Gezinin dersli çalışmalı kısmının son gününde ise tren ile Paestum antik kentine gittik, yani bildiğiniz Yunan tapınaklarını görmeye... Günümüzde en iyi durumda olan antik Yunan bölgelerinden birisiymiş burası. Ne yazık ki biz geldikten 1-2 saat sonra yağmur başladığından bu açık hava müzesinin tadını çıkarma imkanımız olamadı.
Gezinin son gününde, ertesi sabah uçağa bineceğimiz Roma'ya dönüş yaptık. Tabi Roma'ya varır varmaz ilk işimiz hostele eşyaları bırakıp oradan dondurmacıya koşmak oldu, çünkü yaklaşık bir haftadır dondurma diye sayıklayarak gezmekteydim. Meşhur dondurmacı Giolitti'ye vardığımızda kendimi ekmek kırıntılarının başına üşüşen karıncalardan biri gibi hissettim. O ne kalabalık, o ne çok dondurma çeşidi... Hala tadına bakamadığım onlarca dondurma çeşidi için içten içe yas tutuyorum, çilekli hariç... Günün akşamında ise ev arkadaşımın önerisi üzerine Trastevere bölgesine (ya da semt mi oluyor acaba) gittik, merkezden birazcık uzak, turistlerden çok yerel halkın, öğrencilerin falan gittiği salaş, insanı yazlıkta hissettiren, sevimli restoranlarla dolu bir yer... 
Ve ertesi sabah erkenden uçağa binmemizle son buldu yolculuğumuz. Bu arada o hani Napoli'de ilk gün teleferikle deniz gören bir yere çıktık dedim ya, işte o andan itibaren yanağımda bir kaşıntı başlamıştı ve gezi boyunca bu kaşıntı artmış, kaşınan yer önce masum bir sivrisinek öpücüğü izi gibiyken kocaman kıpkırmızı, şiş, bir o kadar da sert, yara desen değil ne idüğü belirsiz, zaman zaman da uyuşan bir yaratığa dönüşmüştü. Hatta göz kapağımda ve kolumda da bir tane minik versiyonundan oluşmuştu. Herhalde yöresel bir böcek cinsidir deyip fazla kafaya takmamıştım ama gün geçtikçe canavarlaştığından, en azından izi mizi kalmasın deyip bir eczaneye danışmaya karar verdim. Önce sakin sakin derdimi dinleyen eczacı bayan, yanağımdaki izi gösterince bir anda fark edilir bir tiksinti - panik karışımı bir ifadeye büründü. "Sen bir doktora git, o bir 'sema' olabilir, antibiyotik kullanman gerekebilir" dedi. Sema ne ki acaba diye düşüne düşüne süpermarketin yolunu tuttum. Kafamda sürekli sayıklıyorum sema, sema sema, ne acaba? Sonra limon mu seçiyordum neydi, bir anda, "sema sema sema... egzema olmasın bu?!" dedim kendi kendime ve bir telaş... Sakin sakin süpermarkete giren halimin aksine koşa koşa eve gittim ve annemi aradım. Kim bilir sesim nasıldı, sonradan dinlemeyi çok isterdim hehe! Tabi beni saran esas panik egzema olmaktan ziyade doktora gidecek olmak! Hemen otobüse binip hastanenin yolunu tuttum, bu arada bu olayların hepsi daha yeni eve döndüğüm gün oluyor. Otobüste iyice acıların çocuğu tipinde, elimde sigorta kağıdımla hastaneye varmayı beklerken, bir yandan da sanki o yara beni ele geçiriyormuş, uyuşukluk büyüyormuş da konuşmam zorlaşıyormuş triplerine falan girdim kendi kendime. Neyse ki yol kısa sürüyordu da ben iyice kafayı yemeden hastaneye ulaştım. Hastanede, önce biraz dışladılar beni devlet sigortam yok diye, sonra zamanla ısınıp aralarına aldılar... Yok ya ne ısınması, özel sigortam var diye bütün parayı çatır çatır aldılar valla hem de ne para ühüüü... Neyse yani işin özü, hastanelere girişte hani bilgisayarlı bayanların oturduğu bölüm olur ya gişe mi denir ne denirse artık, işte o bilgsayarlı bayanla uzunca bir ağız dalaşından sonra nihayet sıra numarası alabildim. Ortak bekleme salonuna geçtim, bir sürü kapı var ve bu kapılardan tabelada yazan numaralarla çağırıyorlar. Kalabalık olmasına rağmen kısa bir süre sonra beni bir odaya çağırdılar. Burada sadece neyim var neyim yok diye soruyorlarmış. Sonra uzunca bir müddet daha bekledikten sonra tekrar başka bir odaya çağırdılar, bu sefer doktoru görme imkanım oldu. Doktor alerjiden şüphelendiğini, bu yüzden bana bir alerji iğnesi yapılacağını (eyvah eyvah) ve tekrar numarayla çağırılmayı beklemem gerektiğini söyledi. Bir müddet daha bekledim. Bu sefer bir başka odaya geçip iğnemi de yedim afiyetle. Orada da bana tekrar bekleme odasına geçmemi ve tekrar beklememi ve dilekçe, kimlik fotokopisi, iki adet vesikalık fotoğraf ve ikametgah belgesi hazırlamam gerektiğini söylediler. Şaka şaka sadece tekrar beklemem gerektiğini söylediler ve nihayetinde son olarak tekrar aynı doktorun yanına gittim, ve bana bir alerji ilacı yazdı. Eğer bir iki güne geçmezse şehir merkezindeki bir sağlık merkezine başvurmam gerektiğini söyledi. Ama zaten dört gün sonra annemle ablam gelecekti ve tekrar bir geziye başlayacaktık yani iyileşmem için 4 günüm vardı. İlacı alıp normal hayatıma devam etmeye koyuldum. Ertesi gün ilacın yarattığı bitkinlikle bütün gün tembel hayvanı gibi gezdim ortada ve günün sonunda yanağımdaki yaratık ufalmaya başladıysa da bu sefer de boğazımda bir ağrı oluşmaya başladı. (Nazar nazar...) O içtiğim ilaçtan mıdır bilmiyorum bir sonraki gün de bademciklerim sırasıyla şiştiler (evet sırayla) hem de uzun zamandır olmadığı kadar. Tabi bu esnada bir sonraki geziye kadar olan sürem azaldığından, "bir an önce iyileşmem lazım" şeklinde bir paniğe girdim. Eh bari şu sağlık merkezlerinden birine gideyim dedim ve bir ders çıkışı, okula çok yakın olan sağlık merkezine gittim. Gel gör ki burada da bilgisayarlı abla ters çıktı ve özel sağlık sigortam olduğu için beni kabul etmedi. Ha bir de bu İspanyolların tersleri çok fena oluyor laf aramızda, hani kabul edemiyorsan güzel güzel söyle değil mi, hasta insana öyle atar yapılır mı?! E yaptı, almadı da beni içeri. Sonra ben bir hüzüne boğulup ağlamaya başladım, neyse ki siesta saati kimse yoktu etrafta. Ama o anda inanılmaz bir şey oldu, ağlayınca bademciklerim sırasıyla geri indiler normal boyutlarına ve ağrımayı kestiler... (nazar çıktı) Böylece sağlık sorunlarıma dair maceralarım da bu şekilde son bulmuş oldu. Ha, hastaneden de işte sigortayı kabul etmeyince faturayı eve falan yolladılar, dedim insan bir öğrenci indirimi falan yapar, yook!
Stresli bu dört günün ardından anne ve abla ile çılgın İspanya turuna çıktık neyse ki de sevgi ve şevkate boğulup turp gibi oldum. Tabi yine benim şapşallığımdan az biraz tatsız başladı bu gezi de, bir de İtalya gezisinde olduğu gibi heyecanla anlatabileceğim muhteşem yemekler yiyemedim. O yüzden yemekleri değil, yaptığım şapşallığı anlatayım sizlere... Sabah 9 da Barselona'ya hareket eden uçağa binecek ve orada annemlerle buluşacaktım. Gayet basit bir iş değil mi? Haah! 6 da mı ne kalktım, ne de olsa yol uzun sürüyor diye, hem de istersem yani eğer çok istersem erken kalkmayı başarabiliyorum ama çok istemem lazım mesela bunun gibi bir şey olması lazım... Kalktım tam saatinde, ne de olsa heyecanlıyım, annemle ablamı görücem falan... Ama tabi uyanmakla iş bitmiyormuş... Biraz oyalanınca, evden çıkmayı planladığım saatten bir 10 15 dakika geç çıktım ve o da nesi, meğersem treni kaçırmışım! Yani bir sonraki tren için yaklaşık 20 dakika beklemem gerekiyordu ve 10 dakikalık gecikme bana yarım saate malolmuştu. Nedense çıkıp taksiye binmek aklıma bile gelmedi ve trende oturup sakin sakin kendimi yemekten, saniye başı saatime bakmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu... Sonucu söylememe gerek var mı bilmiyorum, evet uçağı kaçırdım... Evet yaptım bunu... Annemler ise çoktan buraya gelen uçağa binmiş olduklarından ulaşılamıyor ve Barselona'ya gelip havaalanında beni göremediklerinde yaşanabilecek karmaşa senaryoları aklımda dolanıp duruyor. Bu sefer de babamı aradım ve kim bilir hangi başka ses tonuyla "babaöööaaağğğaa ben uçağı kaçırduuöööüüümm" dedim... Ah ah kendime hala sinir oluyorum da neyse ki sonunda annemlere kavuşunca silindi gitti kederim efkarım... 
İspanya turumuzda gittiğimiz yerlerin çoğu önceden gidip uzun uzun gezdiğim yerlerdi zaten, ama işte bir şehri tanımaya 2 gün 3 gün değil 1 yıl bile yetmiyor (20 yıldır Ankara'yı ne kadar tanıdığım da güzel bir tartışma konusu olabilir hatta) o yüzden ek tecrübelerimden bahsetmek istiyorum biraz da. İlk olarak Barselona'dan başladık, turun Barselona gezisini fazlasıyla yetersiz buldum, şayet önceki gelişimizde 2 gün boyunca nefes almadan yürümüştük deliler gibi de yine de yetinememiştik... Fakat bu sefer de Barselona yakınındaki Girona şehrine ve yine oraya yakın, Salvador Dali'nin doğduğu Figueres kasabasında Dali Müzesine gittik. Çok boyutlu bir müze sanki ve ressam olarak bildiğimiz Dali'nin aslında bu müze gibi çok boyutlu biri olduğunu gözler önüne seriyor. Bir çok eseri bu müze dışında olsa da kendi elleriyle yaptığı bir müze olduğundan, azıcık da olsa sanki onun iç dünyasında geziyormuşsunuz hissi yaratıyor. (Azıcık diyorum çünkü Dali'nin iç dünyası bu, dile kolay) Girona kasabası ise nehir kenarındaki renkli renkli evlerden olsa gerek bana biraz Cuenca'yı anımsatmadı değil. Barselona'dan sonra gezinin ikinci durağı Valensiya idi. Valensiya'yı daha önceden Las Fallas festivali sırasında gördüğümden, çok değişmiş buldum... İnsan sayısı bir yüzde 90 azalmaya uğradığından etrafta binalar falan da olduğunu fark ettim. Hem tarihi şehir merkezi, hem daha lüks ve modern bir bölümü, hem kocaman bir parkı hem de denizi olan, sakin tatlı biraz de elit bir şehirmiş meğersem... Valensiya'dan sonra Granada'ya gittik ve hava da git gide kötüleşiyordu. Yine beni çok harika bir soğukla kucakladı sevgili Granada... Bir de Granada'da geçirdiğimiz gün, Paskalya kutlamaları başlamıştı ve insanlar sokaklara dökülmüşlerdi, kalabalık dolayısıyla buranın da tadını çıkarma imkanımız olmadı. Fakat gezinin en heyecan verici tecrübelerinden birisini de burada yaşadık: Flamenko. Granada'da Alhambra sarayına bakan vadide eski çingene ailelerinin yaşadığı bir bölge varmış, buraya onların gösterilerini izlemeye gittik. Flamenko'yu Sevilla'ya özgü bilirdim ama ertesi gün Sevilla'da izlediğimiz gösteriden çok daha gerçekçi canlı ve etkileyiciydi. Çingene mahallesinde sokaklar çok dar olduğundan şehir merkezinden sizi özel minibüsleriyle alıp buraya çıkartıyorlar. Alhambra'yı seyreden geniş bir terasın içinden; dar, uzun, alçak tavanlı ve eski tarzda dekore edilmiş bir odaya geçtik. Odada duvar kenarlarına boylu boyunca plastik sandalyeler yaslanmıştı, bu sandalyelere oturduk ve gösteri tam önümüzde ayaklarımızın dibindeydi, hatta sonlara doğru, "aa oturmaya mı geldik, kalk kalk" diyerekten bizleri de danslarına dahil ettiler sağolsunlar... Bir sonraki gün Sevilla'ya gittiğimizde hala Paskayla için yapılan etkinlikler, gösteriler ve de yağmur devam ediyordu. Nehir üzerinde bir tekne turu ile şehre genel bir bakış attıktan sonra boş vakitte Metropol Parasol'u, yani kent halkının deyimiyle "kocaman mantar"ı görmeye gittik. Akşamki flemenko gösteri konusundaki hayal kırıklığıma gelecek olursak, önceki gün önümüzde 60 yaşlarında bir teyze mikrofonsuz şarkı söyleyerek etrafı inletmişken bu sefer minik bir sahne önüne dizilmiş sandalyeler, yemek masaları, birbiri ardına başlayan ve hepsi birbirine benzeyen kısa göstericikler, biraz gelişigüzel yapılmış hissi bırakıyordu. Bu gecenin ardından, tekrar Sevilla'ya gelip daha uzun uzadıya gezmek umuduyla Madrid'e geçiş yaptık. Tabi bana göre gezi burada bitmiş oldu. Bu arada öğrenci hostellerinden sonra otelde karşılaştığım o kahvaltıda o kadar o kadar yedim ki, annem bile şaşırdı. Hatta eminim görse anneannem bile şaşırırdı. O derece. Bu gezinin de yemek notu bu.
Ne yazdım ha, karnım acıktı valla... Gidiyim de bişiler yiyim bari.. 
Hadi görüşürüz.