Tekrardan
merhaba güzel insanlar! Size öz anneannemin beni esmer oluşumdan ötürü
beğenmediğinden söz etmiş miydim? Evet, solaryum, bronzlaştırıcı gibi şeylerin
icat edildiği bir dünyada, öz anneannem esmerim diye beni beğenmiyor. Yani
güzelmişim de beyaz olsam daha güzel olurmuşum, öyle diyor. Beni anneannemin
beğenisinden yoksun bırakacak bu karalığıma rağmen ‘dün tatilden döndüm’
dediğimde arkadaşlarımdan ‘aaa ama hiç yanmamışsın’ tepkisini almamla bir
yandan ‘el insaf daha ne kadar yanayım’ diye isyan etmeye, bir yandan da tatil
anlayışımı sorgulamaya başladım.
Tatilde yine
vazgeçilmez gezi ekürim, yıllardır ordan oraya sürüklediğim, kimi zaman öleyazıp
ödünü kopardığım cağnım arkadaşım Beril’le idik. Sahi bu kız niye hala benle
geziyor ya?
Neyse, devam
edelim biz. Beril bir süredir Berlin’de yaşıyor, ve benim de onu artık yeni
şehrinde ziyaret etmemin zamanı çoktan gelmişti. Şimdi Berlin deyince, bir
kısmınızın aklından “ooo Berliin” geçmiş ve orada yaşadığım aşırı çılgın gezi
maceralarını anlatacağımı düşünmüş olabilirsiniz. Ama bloguna hikaye yazmak
istediği zaman bile karşısında vicdanını bulan (çünkü onu yazacağına tezini yaz)
bir zavallı yiksek mimar adayı olaraktan, tatilde de gidip bina bina gezdim ve
size de bina anlatacağım. Zaten hala Almanca ‘nasılsın’ demeyi bilmeyip kelime
dağarcığında sadece Bau, Bühne, Siedlung, Kunstwerk, Werkbund, Zeitgeist
kelimeleri olan birinden de başka bir şey bekleyemeyiz değil mi? Sanırım bütün
bunlar; tatil anlayışımdaki gariplik, yaşıtlarım gibi Phuket adalarında kokonat
içiyor olmamam falan hep mesleki deformasyon… Neyse, sağlık olsun…
Sözünü
edeceğim bina, Le Corbusier’in meşhur Unite d’Habitation’u. Kendisi en meşhuru
Marseille’de yer alan, ama farklı birkaç şehirde yapılmış, mimarlık
fakültelerinde ismi dillerden düşmeyen ünlü bir toplu konut oluyor. (Dahasını
merak edenler: tık ve tık) Berlin’e gidip de Unite d’Habitation’u, ya da Berlin’deki
adıyla Corbusierhous’u (Hous kelimesini de biliyormuşum bak) görmeyenleri
fakültede ıslak sopayla dövdükleri için, birazcık uzak kalıyor olsa da gidip
görmem gerekiyordu. Şaka şaka ıslak sopayla falan dövmüyorlar. C40 diye bir şey
var ne sopası.
Neyse biz
binamıza dönelim. Tren istasyonundan inip biraz yürüdükten sonra ağaçlık bir
alana vardık, kafamı kaldırıp baktığımda ağaçların arasından tanıdık bir yüz
görüp ‘Eeaaa ordaaa’ diye haykırdım. Hemen ağaçların arasından o tarafa doğru
yürümeye başladık. Doğrusu ilk izlenimim, hayal ettiğimden çok daha ‘iri’ bir
yapı olduğuydu. Biraz bakınıp girişin yanındaki Le Modulor rölyefleriyle boy
ölçüştükten sonra içeri girebildiğimizi fark ettik ve girdik. Giriş kattan
yukarı, dairelerin olduğu katlara ulaştığımızda Beril’in yüzündeki ifade
görülmeye değerdi doğrusu. 1. Katın kapıları mavi olduğundan sanırım, biraz
hastane hissi yaratıyordu ve bu da 45 dakika tren yolculuğu yaparak bunu
görmeye gelmiş olan Beril’in yüzünü ekşitmişti. Neyse ben çekiştire çekiştire
asansöre sürükledim onu ve birkaç kata daha göz gezdirdik; en üst katın
merdivenlerinin penceresinden, uzakta kalan şehir merkezini görüp aşağı indik.
Dışarı çıkıp binayı tavaf ederken diğer rölyefi bulduk ve üstünde yazanları
anlamaya çalışırken, rölyefin hemen yanında – hatta önünde kurulu olan tentenin
altından bir teyze çıktı. Binanın içini de görmemiz gerektiğini, 9. kata çıkıp
manzaraya bakmamızı söyledi. Derken kadınla sohbete başladık, yaklaşık yedi
senedir orada yaşıyormuş ve sanırım evi hakkında röportaj yapmaya alışkındı. Evinden
çok mutlu olduğunu, binadaki sosyal yaşamın da çok iyi olduğunu söyledi.
Partiler, etkinlikler düzenleniyormuş ve komşuluk ilişkileri de hala iyiymiş.
Eskiden girişte çiçekçi vs. gibi küçük dükkanlar ve hatta ara katlardan birinde
de poliklinik tarzı bir yer olduğunu; şimdi bunların kapandığını (hala bir büfe
vardı) ama yine de burada yaşamanın hala sosyalleşmek için elverişli olduğundan
söz etti.
Teyzemiz
evinde yalnız yaşıyor olduğundan biraz sıkılmıştı sanırım ve sohbetimiz uzamaya
devam etti. Sonunda ‘isterseniz evimi de görebilirsiniz’ diyecek yakınlık
seviyesine ulaşmıştık. Bir yanımız ‘Aman zahmet vermeyelim teyzecim’ demek
istese de öbür yanımız ‘gelmişken bir görmek gerekli’ diyordu. Neyse kadının
evine doğru yöneldik, kapalı olan ana girişten değil de açıktan yükselen
merdivenlerden çıktık bu kez.
İçeri girdikten
sonra ne olduğunu tam hatırlamıyorum; uyandığımda kendimi buz dolu bir küvetin
içinde buldum. Sonra kadın ve Beril içeri girdi, Beril gayet sağlıklı
gözüküyordu. Aralarında Almanca konuşup bana tuzak hazırlamışlar, böbreklerimi
satıp Filipinler’e gideceklermiş. Şaka şaka… Laan bir dakka, yoksa Beril bu
yüzden mi hala benle geziyor?!
Neyse
efendim, küvet konusuna sonra geleceğim. Evi iki katlı, ama tek cepheliydi.
Girişte küçük bir antre, salona açılıyor, hemen sağ tarafta açık ama kapalı
mutfak yer alıyordu. Yani alışıldık açık mutfak gibi değildi, tezgahlardan biri
salon tarafına bakıyordu, önü de orjinalinde camla kapalıymış; ama kadının
evinde cam yerine ince bir perde vardı. Bunun mutfakta çalışan annenin aynı
zamanda salondaki çocuklara göz kulak olabilmesi için böyle tasarlandığını
söyledi. Sonra aşağı kata indik, merdiven de, indiği koridorcuk da oldukça
dardı. Penceresiz tarafta evin banyosu vardı ve küvet de buradaydı; yerlerdeki
karolarla birlikte onun da orijinal olduğunu ve kullanımının çok rahat olduğunu
özellikle belirtti teyzemiz; ama buz falan yoktu içinde neyse ki.
Sonra
banyonun yanındaki odadan geçip balkona çıktık. Heyecanı görmeye değerdi
doğrusu, anladığım kadarıyla en çok balkonunu seviyordu evin. Çiçekleri vardı
burada, heyecanla onları gösterdi bize. Bir de balkonun iki kat yüksekliğinde
olmasını çok sevdiğini söyledi, keza gerçekten oldukça ferah hissettiriyordu.
Kadın da buranın küçük bir balkon olmasına rağmen, yüksekliğinden dolayı ferah
olduğunu, ama aynı zamanda dışarıdan da içerinin gözükmediğini söyledi.
Sonra yukarı
geri çıktık, biraz daha mutfaktan ve salondan söz etmeye devam etti teyzemiz.
Mesela, mutfaktan koridora açılan bir kapak varmış ve eskiden bu kapaklardan
süt, vs. alınırmış; ama artık kullanılmıyormuş. Bir de salonda sadece bir priz
varmış ve bu yüzden her yere uzatma kablosu çekmek zorunda kalıyormuş.
Konu buraya
gelince dedim tamam. Modern mimarlığın en ikonik binalarından birinin içinde,
elin Alman’ıyla ‘uzatma kablosu’ muhabbeti yapmaya başladıysak artık gitme
zamanı geldi sanırım. Evden çıkarken bize görebileceğimiz başka yerler de
önerdi, ama Beril’ciğim son günlerde ‘Bauhaus sanatçıları, yapılaşma’ gibi
ifadeler kullanmaya başladığından, onu da hasta etmemek adına gitmedik ve
kadına veda edip ayrıldık…
Merak
edenler için; kadın eskiden anaokulu öğretmeniymiş. Arada Beril’le Almanca
konuşmaya başlasa da İngilizce’si de oldukça iyiydi. Ama sanırım asıl takdir
edilmesi gereken konu, yaşadığı yer hakkında bu kadar çok şey bilip bundan
heyecan duymasıydı.
Sosyal
mesajımı da verdiğime göre yazıyı burada bitiriyorum. Hadi darısı teze.