guagua

Gezip tozma meraklısı fakat bir o kadar da coğrafya cahili bir insan olarak Google Maps'te ne kadar çok vakit geçirdiğimi tahmin edemezsiniz... Bir kaç hafta öncesiydi, ev arkadaşlarımla geçen hafta yaptığımız gezinin heyecanıyla Google Maps'te Kanarya adalarının plajlarına göz gezdirirken, birkaç saat sonrasında Galapagos Adalarında sokak görünümüne ulaşmaya çalışmaya başladım. En son gece saat üçü buluyordu da ben bir dahaki sefere gidecek süper bir ada bulmuştum; fakat az önce yine Google Maps başında "Anaa Maldivler orda mıymış ya" "Estonya da çok uzak değişmiş"  gibi düşünceler içerisinde bir kırk dakika daha geçirmeme rağmen malesef bulamadım o güzel adayı... Neyse zaten o kadar garip yerlere gidebilecek ekonomik imkanlara sahip olana kadar (http://www.youtube.com/watch?v=6KBktnis2hs&ob=av2e mı demeliyim yoksa) Google Maps'te daha çok zaman geçireceğimden ve kendisini bulacağımdan eminim... (Ya da sakal bırakıp "We have to go back Kate... We have to go back.." diyip öylesine bir uçağa da binebilirim en olmadı) 

Her neyse, yine de geçen hafta, şimdiye kadarki en güneybatı gezimi yapmış, hatta daha önce görmediğim değişik bir iklime de şahit olmuş bulunmaktayım. Evet söze iklimden başlamakta fayda var... Zira bir kış günü birisi gelip bana "Elif Kanarya adalarında yaz kış hep hava 18-25 derece arasındaymış hiç kar yağmıyormuş" dese ilk tepkim en yakın Migrostan kolluk simit takımı alıp adaya doğru yüzmeye başlamak olurdu... Fakat kafama terlik yeme riskini göze alarak söylüyorum, insan arada bir 35-40 dereceleri de görmek istiyor, hatta o kadar ki bu sıcaklıkları görebilmek uğruna kar kıyameti bile göze alabiliyor. Ya da bilmiyorum Madrid'de şu an hüküm süren bunaltıcı sıcakta "heyo denize gidiyoruz" naraları atarak geldiğimiz yerde kapkara bulutlar ve püfür püfür esip kum tanelerini gözüme sokan bir rüzgar eşliğinde titreye titreye denize girmeye çalışıp beş dakika sonrasında "üşüdüm ben" diyerek havluya sarıldığımızdan öyle gelmiştir bana belki de... 

Gezintiye her zamanki gibi "uykusuz" başladım. Önceki gün yarım saatte bir bir önceki yayında paylaştığım Bugs Bunny videosunu seyretmek suretiyle sabahın bilmem kaçına kadar proje ile uğraşmıştım. Sonra ertesi gün 2-3 saatlik uyku ile hem yol hazırlığı hem de yine proje ile ilgilenmeye çalışmış, uçağımız sabahın yedisinde olduğundan o gece de uyumaya fırsat bulamamıştım. Haliyle uçak havalanmadan önce uyuyakaldım, yere iniş sarsıntısıyla da uyandım. Uçaktan sonra şehir merkezine ulaşabilmek için guaguaya bindik. Kanarya adasına gittim uçaktan indim sonra guaguaya bindim deyince çok değişik bir şeymiş gibi durduğunun farkındayım fakat guaguanın bildiğimiz otobüs olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım. Otobüs kelimesi neredeyse evrenselleşmiş bir kelime iken burada kendisine guagua demeyi tercih etmişler; sanırsam İspanyollar burayı istila etmeden önce burada yaşayan yerli halkın -neredeyse afrikalılar hani- dilinden falan geliyor. Hatta yine evrenselleşmiş başka bir kelime olan patatese de papa diyorlar fakat patatesten papa diye bahsetmek, yerel halk ile "bu guagua bilmemnereden geçer mi" şeklinde muhabbet etmek kadar büyük bir eğlence yaratmadı. Altı kişi olduğumuzdan ve beş gece kalacağımızdan hostel yerine ev kiralamayı tercih etmiştik. Evimiz Las Palmas şehrinin en büyük plajı olan Canteras plajına dik olarak uzanan sokaklardan birinde yer alıyordu. Eve ulaştıktan sonra ilk gün uyumadığım zamanları güneşin altında yumuşacık kumu kucaklayarak geçirdim. Bulunduğumuz yer merkezi de olsa asıl antik kent merkezi değildi ve doğrusunu söylemek gerekirse otobüse guagua diye seslenilen, palmiye ağaçları ve muzları ile ünlü bir ada için fazla normal, hatta İspanyol şehirleriyle kıyaslayacak olursak bir miktar da bakımsızcana bir şehirle karşılaştım. Plajın kumu insanı büyülemeye yeterken plajın iki paralelindeki caddeye geçtiğinizde kirlicene restoranlar ve vitrininde belki de adanın tarihine şahit olmuş giysiler -özellikle de pijamalar- yer alan dükkanlar etrafı sarıyordu.

Ertesi gün ise bambaşka bir manzara bizi bekliyordu. Adanın taa öbür ucunda bulunan ve en turistik plaj plan Maspalomas plajına gittik. Plaj gerçekten etkileyiciydi, sanki çölmüş ama yanında deniz varmış... Tepeciklerin arasına ara ara şezlong grupları serpilmiş, her grubun yanına da büfe-bar konulmuştu. Onun dışında hiç bir yapı yoktu, tuvalet bile (onun yerine de şu var http://www.youtube.com/watch?v=q8JDBul4TCc) Resimdeki bulutlardan da anlaşılacağı gibi hava biz eve gitme kararı alana kadar hep kapalıydı. Neyse ki kumlar yeterince keyif vericiydi de havanın kapalı oluşu çok can sıkmadı. Fakat kumlar gerçekten yumuşacık ve tertemizdi, o gün kumlara sarılmakla da kalmadım, ne kadar kum yedim bilmiyorum... Kumsal dışında bu bölgeden bahsedecek olursak gerçekten aşırı turistik olduğunu söyleyebilirim. Neredeyse etrafta hiç İspanyolca konuşan insan kalmamıştı. Canteras plajının etrafının aksine burada süper son moda lüks aşırı pahalı dükkanlar, yine aynı şekilde olduğunu tahmin ettiğim restoranlar ve oteller yer alıyordu. Yani plaj ve alışveriş odaklı bir çevre idi.

Tatilimizin üçüncü gününde artık bütün paramızı guaguaya vermekten bıkıp araba kiralamaya karar verdik. Böylece gün içerisinde bir çok yer görme ve adanın neresinde ne var iyice öğrenme şansımız oldu. 
İlk durak noktamız denizden biraz uzakta kalan Agaete kasabası idi. Minicik bir plazası, ufak ve sanki üst üste binmiş beyaz evleri ve evlerin arasına serpiştirilmiş ağaçları ile yetinen tatlı bir kasaba idi. Az turistik olduğundan mı yoksa tam siesta saatine denk geldiğimizden mi bilmiyorum etrafta fazla kimse yoktu. Hoş zaten çok fazla nüfusa sahip olmayacak minicik bir kasaba idi..

Yolculuğumuzun devamında Agaete kasabasına 
çok yakın "Dedo de Dios" (tanrının parmağı) ismindeki, deniz kenarında yer alan turistik bir merkezine uğradık. Yine ufak tefek beyaz evlerle doluydu burası fakat daha turistik olduğundan bu evler biraz daha mavilerle, balık restoranlarıyla falan süslenmişti. Kocaman kayalık bir tepenin dibinde yer alıyor bu kasaba ve taşlıklı minik bir plajı var. Dükkanlardan birinin duvarında, kayaklıkların "önce" "sonra" hallerinin çizimini gördüm. Öncekli halinde kayalıkların tepesinde göğe doğru uzanan daha ince ve uzun bir bölüm var. Sonrasında ise 2005 yılında tropik bir kasırga sırasında bu ince uzun kısım kopmuş... Bölgenin adı da işte bu kayalıklardan geliyor; kayalıkların eski halini Tanrının parmakları olarak adlandırmışlar...
Bu tatlı kasabaya da veda ettikten sonra eve dönerken biraz daha adanın içlerine, dağlık ve ormanlık alanlara yöneldik. Yukarı doğru yükseldiğimiz yol boyunca güzel manzaralar seyrettik fakat yol üzerinde bir dağ kasabasında yediğimiz pespembe dondurma dışında kayda değer bir şeyle karşılaşmadık. 

Zamanımız az, ada ise büyük olduğundan bir gün daha araba kiralayıp yolumuza devam ettik. Sabah uyandığımızda adanın kuzeyinde, sanki kolumuzu kaldırsak kapkara bulutlara dokunabileceğimiz bir hava vardı. Adanın içlerinden yine güneye doğru ilerlemeye başlarken ilk durak noktamız iç kesimdeki dağluk bir bölgenin 569 metre yükseklikte bir manzara noktası oldu. Burada hava ciddi anlamda soğuk ve ıslaktı (?) (niye bilmiyorum ıslandım ayaklarım falan hep) ki arabadan havlulara sarınıp çıkabildik. Daha güneye doğru ilerledikçe bulutlar yavaş yavaş yükselip yok olmaya başladı. Sonunda benim gezi boyunca en çok beğendiğim yer olan Mogan'a vardık. 


Küçücük bir plajın etrafına doluşmuş minik minik evleri var Mogan'ın. Sabahki donuşumuza rağmen bu sefer terliksiz kuma bile basamıyorduk, o kadar sıcaktı. Sahil kenarında, hediyelik eşya dükkanları ve kapısının önünde "gel abla çok güzel kalamarım var" şeklinde reklam yapan garsonları ile restoranlar yer alıyordu. Aslında öyle aman aman bir plajı olmasa da -hatta bi garipti kumda yürürken böyle sanki yer esniyodu boing boing- -ya da o kadar mı şişmanladım ya :( -  sanırım daha çok böyle küçük sevimli ve diğerlerine nazaran salaş bir yer olmasından ötürü sempati duydum. Günün üçünü durak noktası ise trafiğe kapalı bir yolun sonunda yer alan küçük kayalıklı ve sakin bir plajdı. Burada kısa bir zaman geçirdikten sonra hava kararmadan ve biz o karanlıkta kaybolmadan eve dönmek istedik.

Diyorsunuzdur ki Elif bu kadar yazdı yazdı da hala bir yemek lafı etmedi, acaba bu kız hasta mı yazık falan diye... Ayıp ediyorsunuz... Bütün tatil boyunca deniz kokusunu aldıkça "balık yiyelim" "karides yiyelim" "kalamar yiyelim" "denizden babam çıksın onu yiyelim" diye diye dolaşmıştık. Bir de hiç birimiz geldik geleli şöyle gerçekçi havalı bir paella yememiştik. Hazır o kadar deniz ürünü derdine düşmüşken en karideslisinden bir paella yeme isteği doğdu içimizde. Bizimle aynı binada oturan ev sahibine gidip nerede güzel paella yenebileceğini sorduk. Hemen alt kattaki restoranda çok güzel paella yapıldığını söylemekle kalmayıp telefon edip eve getirmeleri için restoran yetkilileriyle konuştu. Fakat ev sahibimiz hangi ebatlarda altı kişi için paella siparişinde bulundu bilmiyorum çünkü gerçekten zorlanarak bitirdik. Ha hazır yemekten söz açılmışken, buranın geleneksel yemeği haşlanmış minik patatesler ya da papas. Bu küçük patatesler kabuklarıyla ve yeşil veya kırmızı mojo sosu ile beraber sunuluyor. Patateslerin bir olayı olmasa da soslar oldukça başarılı.

Yola çıkacağımız günün sabahında ise içimizde karideslerle pirinçler bayram yaparken, yine tabiki bulutlar bize haince bir günaydın dedi. Zaten denize kuma gömülecek vaktimiz de olmadığından antik şehir merkezine gidip biraz daha müze - kent meydanı - katedral görelim dedik. Ama önceden de belirttiğim gibi kent merkezine baktığınızda, "guagua terminali" yazan tabela ve hediyelik eşya dükkanlarında satılan papağanlı ve muzlu buzdolabı süsleri dışında hiç de öyle otantik botantik bir şey yoktu, normal sıradan bir şehirdi. Girdiğimiz müze ise daha önce burada yaşayan yerli halka ilgili bir müze idi; giydikleri kıyafetler, yaşadıkları evler, mumyaları falan filan... Çok enteresan bir gün olmasa da karasal yaşama geri dönebilmek için güzel bir geçiş aşaması oldu. Sonrasında günün kalanını yol hazırlığı, havaalanına ulaşım gibi şeylerle geçirdik. Neticede saat gece yarısını vurduğunda eve varmış ve eskisine göre biraz daha koyu renkli balkabaklarına dönüşmüştük...