Yine sabahın en uyunası bir saatinde otobüs Sevilla'nın otogarında durdu. Otobüsün içine sıkışmış olan serin Lizbon havasından sonra dışarı çıktığımızda karşılaştığımız Sevilla havası sabah serinliğinde bile saç kurutma makinesi etkisi yaratmıştı. Günün ışımasını ve Sevilla'da hayatın başlamasını beklemek için, bizim gibi bir sürü zavallı insanın uyukladığı banklara yerleştik. Kaç saat orada uyuduk bilmiyorum; ama otogarın çalışmaya başlamasıyla beraber her dakika tekrarlanmaya başlayan sinir bozucu bir anons sesiyle uyandım. Hemen sonra yollara düştük ve hosteli bulup eşyalarımızdan kurtulduk. Check in saatine kadar ise evsiz misali kentin çeşitli parklarında uyuklamaya devam ettik. Sonradan dinlenip kendimize gelip tekrar sokaklara atıldığımızda fark ettik, masalımsı bir yerde olduğumuzu... Daracık sokakları, canlı renklerdeki binaları, antik şehir merkezindeki görkemli katedralin etrafında dolanan at arabaları, durgun ve onlarca köprüyle bezenmiş nehri, tramvayları, vızır vızır dolanan bisikletlileri ve tabiki benim için sıcak iklimi ile büyüleyici bir yerdi Sevilla. Sürekli ha babam yürüdüğümüzden midir nedir bende de ne ulaşım sevdası varmış. "Çok güzel bir yerdi Sevilla çünkü at arabası, bisiklet ve tramvay var. Ha bir de nehirde turistik tekneler var. Yazının geri kalanını okumasanız da olur işin özü bu. Şimdi gidip kokulu dolmuşlarınıza binebilirsiniz."
Aslında başta Sevilla gezimizi üç günlük yapmak istememizin sebebi; buraya oldukça yakın olan Cadiz'e günübirlik bir gezi yapıp deniz kum güneş üçlüsünün tadına varmaktı; fakat yorgunluğumuzdan tut eşya taşıma zahmetine, hatta karın doyurma sıkıntısna kadar bir sürü bahaneyle kendimizi ikna edip bir günü daha bu güzel şehirde geçirmeye karar verdik. Gezilip görülecek turistik yerler çoktu; Alcazar sarayı, Metropol Parasol, eskiden camii olan şimdiki katedral ve onun yine eskiden minare olan şimdiki çan kulesi, meraklıları için Carmen ve benzeri operaların geçtiği daracık sokakları, Altın Kule, boğa güreşi arenası, Plaza de España şeklinde uzayıp gidebilecek bir liste... Eh görülecek yer çoktu ama işin güzel tarfı bunlar böyle ne olduğunu anlamadan camekanların içindeki incik boncuğu seyrettiğimiz müzelerden değildi. Metropol Parasol'ün altında churros yiyebiliyor, nehrin kenarındaki yürüyüş yolunda, Altın Kule'nin dizinin dibinde oturup dinlenebiliyorduk. Çan kulesi La Giralda'nın tepesine rampalarla saatleeeerce tırmandıktan sonra yukarıdakileri karşılayan manzara tadından yenmiyordu, Plaza de España'da herkese yetebilecek kadar "şehir" ve "at" vardı, Alcazar Sarayı'nın bahçelerine ise mangala izin çıksa bütün piknik alanları ve "Kilo ile Et Tarihi ve Antik Mangalcısı" ları ekonomik sarsıntıya girebilirdi.
Tabii Sevilla deyince akla gelen kelimelerden biri de hiç şüphesiz flemenko. Eh haliyle biz de nerede nasıl izlesek diye gezerken gözlerimizi dört açmış; restoranların, tapas barların kampanyalarını etkinliklerini inceleyip duruyorduk. Gel gör ki son gün gelip çatmıştı ve hala flemenko dinleme-izleme fırsatımız olmamıştı. Eşyalarımızı sırtlayıp otobüs saatine kadar şansımızı tekrar denemek için yollara düştük. Hosteldeki broşürler arasında baştan beri gözümüze çarpan "muhteşem tapaslar eşliğinde her akşam beleş flemenko" ilanını veren tapas bara gittik; fakat oturacak yer olmadığı gibi flemenkoyla oldukça ilgisiz dımtıs pımtıs bir müzik bangır bangır çalıyordu. Bütün yüklerimizle çaresiz orayı terk edip en azından karnımızın doyacağı bir yer aramaya başladık. Sonra, herkes yavaş yavaş restoranlara çekilip flemenko ritimleri arasında muhteşem (!) ispanyol lezzetlerine yumulduğundan, gündüze oranla daha boş olan, merkezdeki sokaklardan birinde kapının önünde durup "buyrun efendim hoşgeldiniz arka bahçemiz vardır hamburger tost kahve falı tavla patates kızartması kola fanta ayran" diye sayıklayanlar misali yoldan geçen herkesi içeriye davet eden garsonlardan biriyle pazarlık edip restoranda gösterinin yapılacağı alanın en önünden küçük bir masa ayarladık. Girdiğimizde gösteri çoktan başlamıştı; gitar çalan bir adam, vay anam garip anam tarzı çığıran bir bayan ve dans eden başka bir bayandan oluşan küçük bir gruptu bu. Bir yandan büyülenmiş bir şekilde gösteriyi izlerken -daha doğrusu Beril büyülenmiş bir şekilde gösteriyi izliyordu bense o sırada sinsi sinsi paellanın üzerindeki karidesleri mideye indirmekle meşguldüm- yan masada oturan kalabalık grubun Türkçe konuştuğunu fark ettik. Aileden çok arkadaş gibi duran bu grubun üylerinin çoğu orta yaşlıydı. Kalabalık bir grup olmanın ve de alkolün etkisiyle hem kendi aralarında çok eğleniyor hem de kahkahaları, "olee, heyoo" diye bağırarak gösteriye dahil olma çabaları ile restorandakilerin dikkatini fazlasıyla çekiyorlardı. Bizse söylediklerini anlıyor olduğumuzu belli etmeden onları seyrederken oldukça fazla eğleniyorduk.
İki şarkıdan sonra dansçı, bir ara vereceklerini açıkladı. Türk grubunun bazıları sigara içmek için kendini dışarı atarken bazıları ise hemen gösteri alanına koşup dansçıları taklit etmeye, sahnede fotoğraflar çekilmeye koyuldular. Beril'le ben ise aramızda fısır fısır onları çekiştirmeye devam ederken, birden Beril, o gün aldığımız kocaman, kırmızı-siyah, çiçeğe benzeyen tokayı fotoğraflarda kullanmaları için sevgili hemşerilerimizle paylaşma isteği duydu. "Veriiyim mi, valla gider veririm hiç çekinmem" deyip ayaklandı ve tokayı uzatıp "Buyrun bununla çekin fotoğrafları, daha güzel olur" demesiyle beraber "Aa-aa siz de mi Türk'sünüz" sesleri yükselmeye başladı. Kısa bir konuşmadan sonra dansçıların molası sona erdi ve grup da tamamlandı. Gösteri bitiminde biz de artık otobüse yetişme telaşıyla hesabı istedik fakat restorandakilerin çoğu aynı anda ayaklanmış olacak ki hesap biraz gecikmeye başladı. Bu sırada gruptakilerden 45 - 50 yaşlarında bir bayan, bir şeyler konuşmak için dansçının peşinden bahçeye çıktı. İletişim güçlüğü çekmiş olacaklar ki birkaç dakikaya kalmadan dansçı, bayanı kolundan tutarak içeriye getirdi ve garsonlardan İngilizce bilen birini aramaya koyuldular. Biz de o sırada hesabı beklemekten sıkılmıştık ve ben de İspanyolcam bari bir işe yarasın diye yanlarına gidip Türk bayana "Ben yardımcı olayım isterseniz" dedim. Bunu duyan kadın, toka olayı sırasında dışarda olmuş olacak ki, yavaşça başını bana çevirdi ve bir süre gözlerini, beynimi okumaya çalışırmışçasına kocaman açarak bana baktı ve sonradan "Merhaba" deyip elini uzattı. Kısa bir tanışma faslından sonra dünyanın en anlamsız konuşmalarından birisine tercümanlık yapmaya başladım. Kadın "dansınızı çok beğendim, tebrik ederim, bizim de halk oyunları ekibimiz var, nasıl yaptınız o hareketleri çok merak ettim" gibi şeyler söyledikçe, dansçı ısrarla kadını özel dersine davet ediyor, tatilleri kısa sürecekse de hızlandırılmış kurs verebileceğini belirtiyordu. Neyse sonradan konuşma "Umarım ileride beraber dans etme fırsatımız olur" "Ben de sizin dansınızı izlemeyi çok isterim" e bağlandı ve sona erdi. Ancak görevim tabii ki burada bitmemişti, grup tarafından sorguya çekilecek ardından da onların hikayesini dinleyecektim. Bu esas kadın bize akademik hayatımıza dair sorular yöneltirken Ankara'da okuduğumuzu duyan bir bey amca hemen yanımıza seğirtti. Bursa'da çalışan öğretmenlerden oluşan bu grup beraberce İspanya'ya tatile gelmişlerdi. Bir ilkokulda müdür olan bu bey amca ise aslında Ankaralıydı ve Ankara hasretiyle yanıp tutuşuyordu. "Ah Ankara, vah Ankara, çok özlediniz değil mi Ankara'yı siz de, çok güzeldir Ankara" deyip dururken ve biz de "Hıhı, evet, tabii tabii"lerle işin içinden sıyrılmaya çalışırken, ne olduğunu anlamadan cebinden çıkarttığı ve "Bağlama sesini de özlemişsindir sen" diyerek "misket" çalan cep telefonunu kulağıma dayayıverdi. Neyse ki o anda "Ah, keşke sesi daha fazla çıksaydı telefonun da şurada (sahneyi göstererek) misket oynasaydık sizinle" diye üzülmeye dalmıştı ki benim nası bir tepki vereceğimi bilememe - gülmemek için kendini zor tutma durumumu fark etmedi. Tam o anda da para üstümüz yetişti ve sahnede toplu fotoğraf çektirme telaşına bürünmüş olan Türk gruba veda edip, telefonunun sesi az çıktığı için bir ilkokul öğretmeni ile Sevilla'da misket gösterisi sunamamamış olmanın üzüntüsü ile oradan ayrıldık.
Sonrasında, İspanya içinde olduğundan diğerlerine göre daha rahat geçen bir otobüs yolculuğuyla Madrid'e geri döndük. İkimiz de bu Madrid'de dinlenme işini düşündüğümüz için çok sevinçliydik çünkü güzel havaydı, yürüyerek her yeri görmesiydi derken şaka maka altı gündür gündür yürüyorduk ve kas ağrıları bir yandan nasır sancıları öte yandan, haşat olmuştuk. Eve gelirgelmez "Mardid'i biraz daha gezeriz" planlarını iptal edip iki gün boyunca arsızca uyumaya başladık; çünkü bu yorgunluklar burada bitmemişti ve aslında bunlar henüz zavallı ayaklarımızın iyi günleriydi... Muhuohohahaa!! Üçüncü bölümü bekleyin...
Bu da bölüm müziği olsun: http://www.youtube.com/watch?v=M3sk43ZZviE
Bu da bölüm müziği olsun: http://www.youtube.com/watch?v=M3sk43ZZviE