Final turu - Bölüm 2: Sevilla

Yine sabahın en uyunası bir saatinde otobüs Sevilla'nın otogarında durdu. Otobüsün içine sıkışmış olan serin Lizbon havasından sonra dışarı çıktığımızda karşılaştığımız Sevilla havası sabah serinliğinde bile saç kurutma makinesi etkisi yaratmıştı. Günün ışımasını ve Sevilla'da hayatın başlamasını beklemek için, bizim gibi bir sürü zavallı insanın uyukladığı banklara yerleştik. Kaç saat orada uyuduk bilmiyorum; ama otogarın çalışmaya başlamasıyla beraber her dakika tekrarlanmaya başlayan sinir bozucu bir anons sesiyle uyandım. Hemen sonra yollara düştük ve hosteli bulup eşyalarımızdan kurtulduk. Check in saatine kadar ise evsiz misali kentin çeşitli parklarında uyuklamaya devam ettik. Sonradan dinlenip kendimize gelip tekrar sokaklara atıldığımızda fark ettik, masalımsı bir yerde olduğumuzu... Daracık sokakları, canlı renklerdeki binaları, antik şehir merkezindeki görkemli katedralin etrafında dolanan at arabaları, durgun ve onlarca köprüyle bezenmiş nehri, tramvayları, vızır vızır dolanan bisikletlileri ve tabiki benim için sıcak iklimi ile büyüleyici bir yerdi Sevilla. Sürekli ha babam yürüdüğümüzden midir nedir bende de ne ulaşım sevdası varmış. "Çok güzel bir yerdi Sevilla çünkü at arabası, bisiklet ve tramvay var. Ha bir de nehirde turistik tekneler var. Yazının geri kalanını okumasanız da olur işin özü bu. Şimdi gidip kokulu dolmuşlarınıza binebilirsiniz."

Aslında başta Sevilla gezimizi üç günlük yapmak istememizin sebebi; buraya oldukça yakın olan Cadiz'e günübirlik bir gezi yapıp deniz kum güneş üçlüsünün tadına varmaktı; fakat yorgunluğumuzdan tut eşya taşıma zahmetine, hatta karın doyurma sıkıntısna kadar bir sürü bahaneyle kendimizi ikna edip bir günü daha bu güzel şehirde geçirmeye karar verdik. Gezilip görülecek turistik yerler çoktu; Alcazar sarayı, Metropol Parasol, eskiden camii olan şimdiki katedral ve onun yine eskiden minare olan şimdiki çan kulesi, meraklıları için Carmen ve benzeri operaların geçtiği daracık sokakları, Altın Kule, boğa güreşi arenası, Plaza de España şeklinde uzayıp gidebilecek bir liste... Eh görülecek yer çoktu ama işin güzel tarfı bunlar böyle ne olduğunu anlamadan camekanların içindeki incik boncuğu seyrettiğimiz müzelerden değildi. Metropol Parasol'ün altında churros yiyebiliyor, nehrin kenarındaki yürüyüş yolunda, Altın Kule'nin dizinin dibinde oturup dinlenebiliyorduk. Çan kulesi La Giralda'nın tepesine rampalarla saatleeeerce tırmandıktan sonra yukarıdakileri karşılayan manzara tadından yenmiyordu, Plaza de España'da herkese yetebilecek kadar "şehir" ve "at" vardı, Alcazar Sarayı'nın bahçelerine ise mangala izin çıksa bütün piknik alanları ve "Kilo ile Et Tarihi ve Antik Mangalcısı" ları ekonomik sarsıntıya girebilirdi. 

Tabii Sevilla deyince akla gelen kelimelerden biri de hiç şüphesiz flemenko. Eh haliyle biz de nerede nasıl izlesek diye gezerken gözlerimizi dört açmış; restoranların, tapas barların kampanyalarını etkinliklerini inceleyip duruyorduk. Gel gör ki son gün gelip çatmıştı ve hala flemenko dinleme-izleme fırsatımız olmamıştı. Eşyalarımızı sırtlayıp otobüs saatine kadar şansımızı tekrar denemek için yollara düştük. Hosteldeki broşürler arasında baştan beri gözümüze çarpan "muhteşem tapaslar eşliğinde her akşam beleş flemenko" ilanını veren tapas bara gittik; fakat oturacak yer olmadığı gibi flemenkoyla oldukça ilgisiz dımtıs pımtıs bir müzik bangır bangır çalıyordu. Bütün yüklerimizle çaresiz orayı terk edip en azından karnımızın doyacağı bir yer aramaya başladık. Sonra, herkes yavaş yavaş restoranlara çekilip flemenko ritimleri arasında muhteşem (!) ispanyol lezzetlerine yumulduğundan, gündüze oranla daha boş olan, merkezdeki sokaklardan birinde kapının önünde durup "buyrun efendim hoşgeldiniz arka bahçemiz vardır hamburger tost kahve falı tavla patates kızartması kola fanta ayran" diye sayıklayanlar misali yoldan geçen herkesi içeriye davet eden garsonlardan biriyle pazarlık edip restoranda gösterinin yapılacağı alanın en önünden küçük bir masa ayarladık. Girdiğimizde gösteri çoktan başlamıştı; gitar çalan bir adam, vay anam garip anam tarzı çığıran bir bayan ve dans eden başka bir bayandan oluşan küçük bir gruptu bu. Bir yandan büyülenmiş bir şekilde gösteriyi izlerken -daha doğrusu Beril büyülenmiş bir şekilde gösteriyi izliyordu bense o sırada sinsi sinsi paellanın üzerindeki karidesleri mideye indirmekle meşguldüm- yan masada oturan kalabalık grubun Türkçe konuştuğunu fark ettik. Aileden çok arkadaş gibi duran bu grubun üylerinin çoğu orta yaşlıydı. Kalabalık bir grup olmanın ve de alkolün etkisiyle hem kendi aralarında çok eğleniyor hem de kahkahaları, "olee, heyoo" diye bağırarak gösteriye dahil olma çabaları ile restorandakilerin dikkatini fazlasıyla çekiyorlardı. Bizse söylediklerini anlıyor olduğumuzu belli etmeden onları seyrederken oldukça fazla eğleniyorduk.

İki şarkıdan sonra dansçı, bir ara vereceklerini açıkladı. Türk grubunun bazıları sigara içmek için kendini dışarı atarken bazıları ise hemen gösteri alanına koşup dansçıları taklit etmeye, sahnede fotoğraflar çekilmeye koyuldular. Beril'le ben ise aramızda fısır fısır onları çekiştirmeye devam ederken, birden Beril, o gün aldığımız kocaman, kırmızı-siyah, çiçeğe benzeyen tokayı fotoğraflarda kullanmaları için sevgili hemşerilerimizle paylaşma isteği duydu. "Veriiyim mi, valla gider veririm hiç çekinmem" deyip ayaklandı ve tokayı uzatıp "Buyrun bununla çekin fotoğrafları, daha güzel olur" demesiyle beraber "Aa-aa siz de mi Türk'sünüz" sesleri yükselmeye başladı. Kısa bir konuşmadan sonra dansçıların molası sona erdi ve grup da tamamlandı. Gösteri bitiminde biz de artık otobüse yetişme telaşıyla hesabı istedik fakat restorandakilerin çoğu aynı anda ayaklanmış olacak ki hesap biraz gecikmeye başladı. Bu sırada gruptakilerden 45 - 50 yaşlarında bir bayan, bir şeyler konuşmak için dansçının peşinden bahçeye çıktı. İletişim güçlüğü çekmiş olacaklar ki birkaç dakikaya kalmadan dansçı, bayanı kolundan tutarak içeriye getirdi ve garsonlardan İngilizce bilen birini aramaya koyuldular. Biz de o sırada hesabı beklemekten sıkılmıştık ve ben de İspanyolcam bari bir işe yarasın diye yanlarına gidip Türk bayana "Ben yardımcı olayım isterseniz" dedim. Bunu duyan kadın, toka olayı sırasında dışarda olmuş olacak ki, yavaşça başını bana çevirdi ve bir süre gözlerini, beynimi okumaya çalışırmışçasına kocaman açarak bana baktı ve sonradan "Merhaba" deyip elini uzattı. Kısa bir tanışma faslından sonra dünyanın en anlamsız konuşmalarından birisine tercümanlık yapmaya başladım. Kadın "dansınızı çok beğendim, tebrik ederim, bizim de halk oyunları ekibimiz var, nasıl yaptınız o hareketleri çok merak ettim" gibi şeyler söyledikçe, dansçı ısrarla kadını özel dersine davet ediyor, tatilleri kısa sürecekse de hızlandırılmış kurs verebileceğini belirtiyordu. Neyse sonradan konuşma "Umarım ileride beraber dans etme fırsatımız olur" "Ben de sizin dansınızı izlemeyi çok isterim" e bağlandı ve sona erdi. Ancak görevim tabii ki burada bitmemişti, grup tarafından sorguya çekilecek ardından da onların hikayesini dinleyecektim. Bu esas kadın bize akademik hayatımıza dair sorular yöneltirken Ankara'da okuduğumuzu duyan bir bey amca hemen yanımıza seğirtti. Bursa'da çalışan öğretmenlerden oluşan bu grup beraberce İspanya'ya tatile gelmişlerdi. Bir ilkokulda müdür olan bu bey amca ise aslında Ankaralıydı ve Ankara hasretiyle yanıp tutuşuyordu. "Ah Ankara, vah Ankara, çok özlediniz değil mi Ankara'yı siz de, çok güzeldir Ankara" deyip dururken ve biz de "Hıhı, evet, tabii tabii"lerle işin içinden sıyrılmaya çalışırken, ne olduğunu anlamadan cebinden çıkarttığı ve "Bağlama sesini de özlemişsindir sen" diyerek "misket" çalan cep telefonunu kulağıma dayayıverdi. Neyse ki o anda "Ah, keşke sesi daha fazla çıksaydı telefonun da şurada (sahneyi göstererek) misket oynasaydık sizinle" diye üzülmeye dalmıştı ki benim nası bir tepki vereceğimi bilememe - gülmemek için kendini zor tutma durumumu fark etmedi. Tam o anda da para üstümüz yetişti ve sahnede toplu fotoğraf çektirme telaşına bürünmüş olan Türk gruba veda edip, telefonunun sesi az çıktığı için bir ilkokul öğretmeni ile Sevilla'da misket gösterisi sunamamamış olmanın üzüntüsü ile oradan ayrıldık.

Sonrasında, İspanya içinde olduğundan diğerlerine göre daha rahat geçen bir otobüs yolculuğuyla Madrid'e geri döndük. İkimiz de bu Madrid'de dinlenme işini düşündüğümüz için çok sevinçliydik çünkü güzel havaydı, yürüyerek her yeri görmesiydi derken şaka maka altı gündür gündür yürüyorduk ve kas ağrıları bir yandan nasır sancıları öte yandan, haşat olmuştuk. Eve gelirgelmez "Mardid'i biraz daha gezeriz" planlarını iptal edip iki gün boyunca arsızca uyumaya başladık; çünkü bu yorgunluklar burada bitmemişti ve aslında bunlar henüz zavallı ayaklarımızın iyi günleriydi... Muhuohohahaa!! Üçüncü bölümü bekleyin...

Bu da bölüm müziği olsun: http://www.youtube.com/watch?v=M3sk43ZZviE

Final turu - Bölüm 1: Lizbon

Karınca olsun, fil olsun; her yaştan, her ırktan bir çok canlının soğukla mücadele ettiği, hatta bir çoğunun yenik düştüğü zalim, sert kış sona ermişti. Güneş, toprağı sımsıkı sarıp sarmalamış olan kar tabakasını önce bulutların arasından tatlı tatlı aydınlatmış, sonraysa onu eritip kendisini aylardır sabırla bekleyen nemli, soğuk toprak anayı kucaklamıştı. Anadolu topraklarında doğa yavaş yavaş uyanmaya başlıyordu artık. Ağaçlar tüm cömertlikleriyle meyvelerini, uykudan uyanmış hayvanlara sunuyor, tüm canlılar hep beraber yeniden hayata dönmenin sevincini yaşıyorlardı. Fakat ne yazık ki bu neşeli, sevinçli günler kısa sürede sona erdi ve yerini "son 50 yılın en yüksek sıcaklıkları"na bıraktı.

Odasındaki havasızlıktan mı, kıştan kalma yorganın ve kalın giysilerin içinde sırılsıklam terlemiş olmasından mı yoksa acil tuvalet ihtiyacından mı bilinmez tatlı uykusu nihayet yavaş yavaş sonlandı Elif'in. "Mmm amma da uyumuşum bu ne sıcak.... Hangi aydayız acaba? Eylül değildir umarım, nolur Eylül olmasın okula geç kalmış olmayayım nolur!" diye geçirdi aklından, bir yandan el yordamıyla gözlüklerini bulmaya çalışırken. Sonra sürünerek yataktan inip masasına yanaştı ve masasının üzerindeki telefonunu eline aldı. Şarjı bitmişti. Ayağa kalkmak çok zor gelse de bunu yapmalıydı; çünkü hayatta kalabilmek için hemen tuvalete gitmesi lazımdı. Banyoda işini bitirdikten sonra  mutfağa yöneldi. Mutfak boştu fakat masanın üzreinde kahvaltılıklar duruyordu. Sonra hemen balkonda kahve sigara ikilisiyle keyifli bir sabah sohbetine dalmış olan annesini fark etti. "Aman tanrım, annem ne kadar da kilo vermiş" dedi içinden ve hemen balkona çıktı. "Günaydın" demek istese de o anki mahmurluğuyla "Mınnıydonn" gibi bir ses çıktı ağzından. Annesi Elif'e doğru yönelirken başıyla beraber kaşlarını da kaldırıp sigarasının dumanını dudaklarını büzerek öbür tarafa doğru üfledi ve "OooOOoo, günaydın! Amma uyudun ha!" dedi... "Hangi aydayız?" diye sordu Elif korkuyla, "ayın kaçı?". "Temmuz oldu hala uyuyosun Elif, beşi oldu temmuzun bak" diye cevapladı annesi. "Çok değişik rüyalar gördüm anne" diye cevapladı o da. "Hayırdır inşallah ?" diye sordu annesi, yudumladığı kahvesini kenara bırakıp kızına yönelişinden belliydi konuyu ilginç bulduğu. "Yaa" dedi, "tam hatırlamıyorum ben böyle İspanyaya falan gidiyomuşum bir sürü karışık olaylar falan oluyo, ama sonları biraz daha aklımda" ve rüyasının son kısımlarını anlatmaya koyuldu...

Geri dönmeme artık çok az kalmıştı ve Beril yanıma beni ziyarete gelecekti. İspanya'daki on beş günlük süresinde çılgınlar gibi gezmeyi planlamıştık. Zamanımız kısa olduğundan gezeceğimiz yerleri zar zor seçmiş ve biletlerimizi önceden ayarlamıştık. Plan şu şekildeydi; Beril buraya gelecek, bir gece dinlendikten sonra ertesi gün pılımızı pırtımızı toplayıp sokaklara düşecektik, önce bir gün boyunca Madrid'i gezip akşam otobüsle Lizbon'a gidecek, orada üç gün iki gece kaldıktan sonra yine akşam üzeri otobüse binip Sevilla'ya gidecektik. Yine iki geceyi de orada geçirdikten sonra Madrid'e iki gün için dönüş yapacaktık ve ben son sınavıma girecektim, biraz da Madrid'i gezmeye devam edecektik. Sonra tekrar yollara düşüp Bilbao'ya, ardından son olarak Barcelona'ya gidecektik. Tabi sonunda gezdiğim gördüğüm bana kalacaktı da ben yine yediğimi içtiğimi anlatacaktım...

İlk günümüzde sözde sadece Madrid'i gezecektik, az buçuk tanıdığım bildiğim yerdi ve önceki geceden güzelce uyuyup dinlenmiştik. Fakat günü sırtımızda bütün eşyalarımızla geçireceğimiz gerçeğini yeterince ciddiye almamış olmalıydık ki daha ilk günün sonundan pestilimiz çıkmıştı; daha kim bilir ne feci yorgunluklar bizi bekliyordu. Otobüs saati yaklaştıkça otobüsle ilgili merakımız artmaya başlamıştı. Ne de olsa bütün gün yürüdüğümüz günün yorgunluğunu otobüste uyuyarak atacaktık... Otobüse bindiğimizde ne yazık ki bizim otobüs firmalarının rahatlığının ucundan kıyısından geçmeyen bir manzara ile karşılaştık. Büyük boy bir okul servisiydi bu, koltukların konforunu geçtim, üzümlü dankek çay ikilisini de geçtim de geçtim, yaklaşık yedi saat süren bir yolculuk boyunca bir defa bile "susstermsnz susstermsnzz" diye fısıldayayarak elinde 1.5 litrelik Erikli şişesiyle dolanan gömlekli bir muavin yoktu! Haa, muavin vardı tabi, o ayrı, ama nasıl! Önde şoförün yanına oturuyordu, hatta ayaklarını da patavatsızca öne uzatmıştı ve gece yolculuğu boyunca orta sıralardan duyulabilecek yükseklikte çalan müziğe ıslıkla eşlik ediyordu... Elimiz mahkum kulaklıkları takıp dinlediğimiz müziğin sesiyle bu gürültüyü bastırmaya çalıştık. Daha doğrusu çalıştım; çünkü günün yorgunluğuna dayanamayan Beril zaten otobüse binişimizin on beş yirmi dakika sonrasında hemen uykuya dalmıştı, bense gündüz oldu mu otobüs, dolmuş, okul sırası, mutfak masası ayırt etmeden horul horul uyuyup da gece normal insani uykuya gelince huysuzlaştığımdan bir o yana bir bu yana dönmüş bir türlü rahat edememiş ve uykuya zar zor dalmıştım. Neyse bir şekilde bu müzikal gece sona erdi sonunda ve kendimizi, dilini bilmediğimiz bir ülkenin, bilmediğimiz bir şehrinde, bilmediğimiz bir otobüs durağında bulmuştuk. Gideceğimiz yerin şehrin en en merkezi olduğunu biliyorduk ve tek yapmamız gereken bir metro haritası bulmaktı; ancak sabahın o saatinde ortada ne metro haritası ne insan ne de kahvaltısını eden sevimli kargacıklar yer alıyordu. Sonra biraz bekledikten sonra azar azar insanlar etrafı doldurmaya başladı, belli ki metronun açılış saati yaklaşmıştı. biz de gözümüze çarpan üniformalı bir adama metroya nasıl gideceğimizi sormaya karar verdik ve bey amca ingizilce bilmediğinden, bizim de Portekizcemiz "nossa nossa" dan ibaret olduğundan bu iş hiç kolay olmadı. Adam hararetli hararetli birşeyler söylüyor, biz anlamayınca sinirlenip duruyordu. Güç bela aşağı inmemiz gerektiğini çözdük ve metroya ulaştık.

Şehrin tarihi merkezine indiğimizde burada da gün yeni başlıyordu. Sabah serinliğinde dükkanlar açılmaya başlıyor, kahvaltıya gelecek olan müşteriler için hazırlık yapan pastaneler harıl harıl çalışıyordu. Havanın kapalılığı ise kent merkezine daha da kirli ve soğuk bir görünüm vermişti ve buna sabah ciddiyeti ve mahmurluğu da eklendiğinde biz halimizden pek hoşnut kalmamıştık. İşin kötüsü hostelle ilgili bilgileri çıktı almamıştık ve sahip olduğumuz tek bilgi binanın sokağında Zara bulunmasıydı. Gel gör ki etrafta bir sürü Zara vardı ve bütün Zaraları dolaşıp üstünde hostel var mı diye bakınmaya koyulmuştuk. Sonunda ana sokaklardan birindeki Zara'nın üzerinde bir hostel bulduk ve yorgun argın attık kendimizi oraya. Resepsiyon görevlisi güleryüzle karşılamıştı bizi, rengarenk dekore edilmiş temiz bir hosteldi. Sokaklardaki endişeli dakikalarımızın ardından bu sıcak ve sevimli mekanı bulduğumuza çok sevinmiştik. Pasaportlarımızı alıp rezervasyonlarımıza bakan resepsiyon görevlisi, rezervasyonumuzun olmadığı konusunda ısrar etmeye başladı, yani büyük ihtimalle yanlış yere gelmiştik. Kontrol için hosteldeki bilgisayarı kullanmamıza izin verdi neyse ki de doğru hostelin adresini oradan öğrenebildik, adresin de tarifini aldıktan sonra iki kat mahcup olmuş bir şekilde tekrar sokağa attık kendimizi. Neyse ki asıl hostelimiz buraya yakındı ve onu da çarçabuk bulduk. Artık bir an önce eşyalarımızı bir yere bırakıp sereserpe uzanmak istiyorduk. Apartmanın kapısını defalarca çaldıktan sonra nihayet kapı açıldı ve bu garip, karanlık apartmana girip gıcırdayan ahşap merdivenlerinden güç bela yukarı çıkıp hosteli bulduk. Hostelin ismi bir kağıdın üzerine tükenmez kalemle yazılmış, bu kağıt da selobantla kapının üzerine yapıştırılmıştı; yani az önceki sevimli yerden sonra kim bilir ne acayip bir yere geldik diye düşündük ve zili tekrar çaldık. Kıvırcık saçlı, ufak tefek, uykudan yeni uyandığı belli olan bir kadın son derece suratsız bir biçimde kapıyı açtı bize ve ardından korku dolu dakikalar başladı işte. Hostelin check in saati birmiş meğersem ve sabahın o erken saatinde müşteriler de dahil herkes uyuyormuş. Efendim check in saatini bilmiyor muymuşuz bu saatte gelinir miymiş, güzel güzel azarımızı yedik ufak bayandan ve sırt çantalarımızı bırakıp hemen kaçtık oradan nereye gideceğimizi bilmeden. Nehir kıyısına çok yakın olduğumuzdan gidip oralarda oturacak bir yer bulmaya ve orada dinlenmeye karar verdik. Orada da yüzümüze sertçe çarpan soğukla karşılaşınca, deniz havası alma sevdasından vazgeçip sıcak bir kapalı mekan aramaya başladık. Kıyıda hiç bir kafeterya, çay bahçesi, aile bezik briç salonu yoktu ve tek yapı vapur iskelesiydi. Elimiz mahkum buraya sığındık ve soğuk metal bankların üzerinde gelip geçeni seyrederken uykuya daldık. Uyanıp sersemliğimizi attığımızda yaptığımız şeyin saçmalığı bir tokat gibi çarpmıştı yüzümüze. "Naaapıyoruz biz burada evsizler gibi" diye apar topar ayaklandık ve merkeze geri döndük. Güneş biraz da olsa yüzünü göstermeye başlamıştı ve sokaklar artık iyice kalabalıklaşmıştı. Azıcık daha sokaklarda dolandıktan sonra nihayet check in saati geldi ve hemen kendimizi, hostelin içi ve burada başımıza gelebilecek olaylarla ilgili ürkütücü teorilerimizle kıvırcık saçlı teyzenin yanına attık. Aynı bayan bu sefer uykusunu almış olmalıydı ki çok farklı karşıladı bizi. En tatlı sesi ve gülümsemesiyle "aaaaavv, gööörrllsss" diyip duruyor, karşılıklı özür dilemeler havada uçuşuyordu; fakat bu yine de bu eski binada nasıl bir odayla karşılaşıcaz acaba korkusunu gidermeye yetmiyordu. İşlemleri hallettikten sonra yukarı kattaki odamızın anahtarını alıp merdivenleri çıktık. Buradaki daireyi açmamızla bir ışık hüzmesiyle karşılaşmamız bir oldu. Apartmanın içinin aksine apaydınlıktı içerisi. Sonra kıvırcık teyze bize yani "haaağğ, gööörrllsss" lerine hosteli tanıtmaya başladı. Kalacağımız odalar tüm odalar gibi, dairenin etrafını çevreleyen, dar balkona açılıyordu ve bu balkondan şehrin en işlek ve turistik sokakları, dağları tepeleri, katedrali ve biraz ilerleyince de nehir seyredilebiliyordu. Beyaz mobilyalı odamızın yere uzanan eski ve beyaza boyanmış ahşaptan penceresi ile içerden kapanan kanatlı panjurlarıydı en çok hoşuma giden ve bunları açıp sonra gün ışığına doğru her gerilmemde kendimi kozmetik ürün reklamlarındaki kızlar gibi hissedecektim bu üç gün boyunca. Hostelin bir güzel yanı da, Lizbon birazcık eski, döküntü ve güvensiz bir ortama sahip olduğundan hava karardıktan sonraki zamanı burada geçirmekten keyif alabiliyor olmamızdı; ki bütün akşam yemeklerini de mutfağında kendimiz pişirip yedik. 

Uyuyup uyandıktan sonra hemen yollara düşüp turumuza devam etmeye başladık. Hani dedim ya güvensiz bir hali vardı diye, bazen tekin gözükmeyen ıssız sokaklarla karşılaşıyor, bazen kendimizi Ulus'ta buluyor bazense bir gecekondu mahallesinde gezinmeye başladığımızı fark ediyorduk. Fakat tehlike bunlardan ibaret değildi, en güvenli ve kalabalık ve turistik yerlerde bile tehlikeyi kendine çekmeyi başarabilen biriyle geziyordum. Hemen olayı anlatayım; Sao Jorge kalesine doğru tırmanışa geçmiştik, burada turistler ve turistlere olan ilgi çoğalmıştı. Lizbon'da sokak müzisyenleri her tarafı dolup taşırıyordu, özellikle kendini bir sağa bir sola savura savura akordeon çalan çingene kızdan tuna dalgalarının aynı kısacık bölümünü üç gün boyunca dön dolaş dinlemekten inanılmaz derecede gına gelmişti bize. Bu kalenin girişinde ise garip afrika çalgıları çalan iki tane zenci yer alıyordu. Kalenin içini gezip geri dönerken sevgili arkadaşım bu müzisyenlerin fotoğrafını çekmek istedi uzaktan. "Haa bakmıyor, çektim, dur bir de video çekeyim" demesine kalmadan adamlardan birisi bizi fark edip müziği çalmayı durdurdu. Fark etmiş olmalarının tedirginliğiyle hemen fotoğraf makinesini kaldırdı Beril ve adamlardan mümkün olduğunca uzaktan geçmek için bir yay çizerek yolumuza devam ettik. Yürüyüp gittikten kısa bir süre sonra yine neyse ki o kalabalığın içinde, zenci adam bağırarak yanımıza geldi. "Off mayy fottooo, yuuu off mayyy footooo! Ayy dont laykk itt!" diye kavga eden ilkokul öğrencisi edasıyla bağırıp geri döndü. Anlam verememiştik, para atmayan herkesin peşinden bu şekilde koşup bağırıyor olamazdı. Tabi bunun korkusuyla gördüğü her zenciden şüphelenip, "acaba o mu, takip mi ettiriyor" gibi değişik teorilerle ırkçı bir insan haline geldi sevgili arkadaşım. Off my photo da ne demek hala çözebilmiş değiliz açıkcası....

Üç günlük Lizbon gezimiz sonlanıp Kıvırcık Teyze'ye veda ettiğimizde aklımda sanki iç içe geçmiş iki şehir kalmıştı. Birincisinde yıkık dökük, boyaları akmış binaların çevrelediği kirli, eğri büğrü sokaklarda sürekli tuna dalgaları duyuluyor, dilenciler en acıklı hallerini takınıp yalvarıyor, sokak ressamları habire eskimiş sarı tramvayların resimlerini satmaya çalışıyordu. İkinci Lizbon'da ise hangi dükkana girsen güleryüzle çat pat ingilizce konuşuluyor, girdiğin bütün içki dükkanlarında Porto şarabı ikram ediliyor, nehir kenarında lüks binaların seyrine dalınıyordu. Ha bir de, daha önceki Lizbonla ilgili yazımda da belirttiğim gibi yine beklenmedik şekilde soğuktu yani yolunuz düşerse sıkı giyinin ve çikolatadan bardakta vişne likörü içmeyi de unutmayın. 

Sevilla'ya giden otobüsümüze gelirsek, ayrı bir tatlıydı o otobüs. Arka çaprazımızda oturan iki teyze yol boyu muhabbetin dibine vurdular. Zamanla bir tanesi dönüp onları en kötü bakışlarımla ve ara ara parmaklarımı çatırdatarak dinlememden rahatsız olduysa da öteki geveze olan bana mısın demiyordu... Yine de yol bir şekilde bitti ve sonunda sımsıcak iklimi ve masalsı havasıyla gezinin favori durağı olan Sevilla' ya geldik... İkinci bölümü bekleyin...

Bu da bölüm müziği olsun: http://www.youtube.com/watch?v=Em07JIBkakc