Her Şeyi Gören Adam

Falan ve Göre, küçük bir köyde, yanyana iki evin çocuklarıydılar. Falan, Göre’den iki ay sonra doğmuş; ve o doğduktan sonra da her günü beraber geçirmişlerdi. Beraber büyümüşler, beraber oynamış; birlikte haşarılık edip birlikte sopa yemişlerdi. Oyunda veya okulda, her an birlikte olsalar da bu ikili en çok birlikte yeni şeyler keşfetmeyi, kendilerine küçük maceralar bulmayı, yeni keşifler ya da icatlar yapmayı severdi; buna okuldan kaçıp kasabaya gitmek, mutfaktan çaldıklarıyla deneyler yapmak, bir ağaç ev yapmaya çalışmak ya da köyün ormanında kaybolmak gibi farklı bir çok şey de dahildi.

Günlerden bir gün, yine köyün ormanında gezinip merakla etrafı seyrederlerken, belki bir çok yetişkinin pek de önemsemeyeceği; ama her ikisinin de hayatını değiştirecek bir şey keşfettiler. Köyün ormanı, sık ve yüksek ağaçların olduğu bir ormandı. Geceleyin yıldızların ve ayın ışığını öylesine perdelerdi ki bu ağaçlar, bu zifiri karanlığa girmekten bütün köy halkının ödü kopardı. Gündüzleriyse ağaçların altı yemyeşil, büyülü bir labirente dönüşür; kimi zaman ağaç dalları, kimi zaman ormandaki hayvanlar, kimi zamansa işittikleri herhangi bir ses, ikiliyi ormanın derinliklerine kadar sürüklerdi. İşte o gün Falan ve Göre, daha önce hiç görmedikleri kadar parlak tüylü bir sincap gördüler. Öylesine parlaktı ki, kendilerine sorsanız güneşin ışığı ağaç dallarından geçit bulup da kuyruğuna vurduğu zamanlarda kuyruğunun altına dönüştüğünü söyleyebilirlerdi. Bu altın kuyruklu sincabın peşinden, ormanın derinliklerine kadar gittiler…

Sonra birden nasıl olduysa sincap izini kaybettirdi. İkili kalakalmıştı. Başlarını kaldırıp etraflarına bakındıklarında, daha önceden hiç görmedikleri bir yere geldiklerini fark ettiler. Burada ağaçlar seyrekleşmiş, kayalar keskinleşmeye ve yükselmeye başlamıştı. Meraklarına engel olamayıp kayalıkları izlemeye devam ettiler. Kayalar yükseldiği gibi daha girintili ve çıkıntılı olmaya da başlamıştı ki, bu yükseltilerin arasında bir mağara ağzı fark ettiler. Başta bunun sıradan, küçük bir mağara olduğunu düşünseler de başlarını içeriye uzattıklarında, tıpkı ormanın gerisindeki ağaçlar gibi sivri ve yüksek kayalıkların da, bu mağaranın içinde bir labirent oluşturduğunu fark ettiler. Mağaranın çatısıysa zaman zaman aralanıp güneş ışığını içeriye alıyor, bu irili ufaklı deliklerden sızan güneş ışığı, içerdeki kayaları aydınlatıyordu. Dahası, derinlere ilerledikçe ayaklarının ıslanmasıyla birlikte, zeminde biriken suyu da fark ettiler. Bu su, loş ışıkta tıpkı bir ayna gibi davranıp mağaranın güzelliğini ikiye katlıyordu.

Çocukların adımlarının küçüklüğünden mi, hayalgüçlerinin büyüklüğünden mi, yoksa gerçekten öyle olduğundan mıdır bilinmez; o gün o mağara onlara sonsuz büyüklükte gözükmüştü. Derinlere ilerledikçe, ya da belki de aynı yerleri tekrar tekrar dolaştıkça, daha da farklı güzellikler keşfediyorlardı. Havanın kararacak olmasından bu denli korkmasalar, orada ne kadar zaman geçirdiklerini hiç fark etmeyip daha da uzun kalabilirlerdi; ama ormanın korkunç karanlığına kalmak istemediklerini hatırlayıp dönüş yoluna geçtiler.

İşte buldukları bu mağara, büyüklere anlatacak olsalar belki de çok büyük bir keşif sayılmazdı; ama her gün gittikleri ormanda, böylesine farklı bir şey bulmuş olmak onları çok şaşırtmıştı. Dönüş yolu boyunca hararetli hararetli aynı şeyleri konuşup durdular. Göre, köyün ormanında bile böyle bir şey bulabiliyorlarsa, koskocaman dünyada daha keşfedecek, görecek kim bilir ne çok şey vardır diye sayıklamaya başlamış; Falan ise mağaranın ya da ormanın içinde daha da ilerleseler karşılarına ne gibi süprizler çıkabileceğinin hayalini kurmaya başlamıştı. O günden sonra yine ormana gelip bu mağarayı buldular; zamanla ormandaki yollarını daha iyi ezberleyip mağarada daha çok vakit geçirmeye başladılar.

Gel zaman git zaman, mağaraya gitmek alışıldık bir şeye dönüşmüş ve o gün bu gündür keşfedecek başka yerlerin heyecanını taşıyan Göre, bir süre sonra mağaraya gitmekten sıkılmıştı. Falan ise, gittiği her seferinde, günler ya da mevsimler, hatta günün saatleri bile değiştikçe mağaranın da değiştiğini fark etmiş; kayalıkların arasında böyle başka mağaralar olup olmayacağını merak etmeye başlamıştı. Hal böyle olunca, beraberken de yine eskisi gibi kasabaya kaçmaya ya da ağaç eve kafa yormaya geri döndüler, Falan ise yalnız kaldığında yine koşa koşa ormana gidip mağarasını buluyor, kimi zaman aydınlık bir yer bulup burada kitabını okuyor, kimi zaman mağaranın resmini yapıyor ya da derinlere yürüyüp buradan güzel taşlar topluyordu.

***
Günlerden bir gün, bir okul çıkışı, Göre koşa koşa Falan’ın yanına geldi. Nefes nefeseydi. “Köye,” dedi heyecanla “dünyayı gezmiş bir adam gelmiş. Akşam köy meydanında herkesi toplayıp dünyayı anlatacakmış.” Yeni şeyler duymak Falan’ın da çok hoşuna gitse de, Göre kadar heyecanlanmadığı belliydi; yine de o da istemişti gidip bu gezgin adamı dinlemeyi. Heyecanla eve vardıklarında, akşam için sözleşip ayrıldılar.

Köy meydanına ulaştıklarında kalabalık çoktan toplanmıştı bile. Göre, Falan’ın elinden tutup onu çekiştirerek kalabalığın arasına daldı ve ön sıralara kadar ilerlediler. En önde, yere oturdular. Ve işte oradaydı, dünyayı gezen adam. Kalabalık yerine yerleşip sessizleştikten sonra, adam anlatmaya başladı. Nasıl çıkmıştı yola, nereden başlamıştı gezmeye?… Neler yemiş, neler içmişti?… Dünyanın öte ucunda neler vardı, insanlar acaba buradaki gibi miydiler, yoksa daha mı farkılardı?  Güneş daha mı yakındı mesela yoksa daha mı uzaktı? Hepsini bıkmadan usanmadan anlatıyordu adam. Soruların ardı arkası kesimezken, iki kafadar da kocaman açtıkları gözlerini adamdan hiç ayırmadan onu dinliyorlardı. Adam anlattıkça, dinleyenler şaşırıyor, şaşırdıkça uğultular fısıltılar artıyordu. Bir süre sonra herkes birbirine aynı şeyi fısıladamaya başlamıştı, “Her şeyi görmüş bu adam!”

Fısıltı bizimkilerin kulağına geldiğinde her ikisi de donakalmıştı; ama tahmin edeceğiniz üzere, ikisinin de aklından farklı şeyler geçiyordu. Göre, birilerinin her şeyi görmüş olmasına çok sevinmişti; çünkü bu kendisinin de büyüdüğünde her şeyi görebileceği anlamına geliyordu. Falan ise, mağarasını düşünmeye başlamıştı. Acaba bu adam o mağarayı da görmüş müydü? Gördüyse de, kendisi gibi her gününü, her saatini izlemiş miydi? Eğer ki dünyanın her karışını böylesine uzun uzadıya, günlerce, gecelerce seyretmediyse; her şeyi görmüş sayılmazdı ki!

İşte o gün o köy meydanından, böyle farklı düşüncelerle ayrıldı bu afacan ikili. Göre, ertesi gün her şeyi gören adamı bulup onunla tanışmaya, maceralarının daha fazlasını dinlemeye gitti. Bu adam gibi olmaya kararlıydı ve ona dünyayı nasıl gezebileceğiyle ilgili bir sürü soru soracaktı. Falan ise, tüm ısrarlarına rağmen Göre ile gelmek istememiş, tekrar mağaraya gidip güzelliklerini keşfetmeye devam etmeyi tercih etmişti. 

Böyle bir olay, elbette ki bu sıkı dostların arasından su sızdıracak değildi; ancak o günden sonra bir şeyler değişmeye başlamıştı. Ağaç evi beraber yaptılar, ama Falan yıldızları seyretmek için, Göre ise çevre köylerde ne olup bittiğini gözetlemek için kullandı. Kasabaya gittiklerinde Falan, ormanı ve mağarayı fotoğraflamak için fotoğraf makinelerine, Göre ise diğer başka ormanları ve mağaraları görebilmek için dünya haritalarında, otobüs biletlerine bakınmaya başladı.

Yıllar böylece geçip giderken, bu ikilinin keşfetme arzuları da hiç bir zaman değişmemişti. Farklı yönlere gitseler de, bu meraklı yanları, ikiliyi hep bir arada tuttu.  Peki ya önce hangisi gördü her şeyi? Kim bilir…