Selam size sevgili
gönül dostları! Aslında birkaç
aydır niyetim bir hikaye daha yazmaktı; ancak gelin görün ki zorlu hayat
koşulları (veya kabaca üşengeçlik) buna bir türlü izin vermedi. Hikayeyi en
kısa zamanda yazabilmeyi umuyorum; ancak şimdilik sizlere birazcık ‘mimarlık
hikayeleri’nden bahsedeceğim.
Efendim, mimarlık
deyince birçok insanın aklına bina, daha da çoğunun aklına ‘ev’ geliyor olsa da
(Zira ‘İç mi dış mı’nın kuzeni olur ‘Ev çiziyorsun di mi?’) laf aramızda,
mimarlık dünyasında hikayeler, kuramlar, yazılar, hatta ve hatta dedikodular,
gıybetler, entrikalar da az yer tutmaz. Hayır, tabii ki de ‘Bilmemne Mimarlık
var ya çok az mayış veriyormuş, zaten partnerler de kavga etmişler
ayrılacaklarmış, çayı da sallama veriyolarmış’ türü piyasa dedikodusundan
bahsetmiyorum. Biraz daha tarihi değeri olan hikayelerden ve dedikodulardan (o
da neyse artık!?) bahsediyorum.
Nasıl mı? Mesela
Eiffel kulesinin herkesçe bilinen hikayesi bunun küçük bir örneği olabilir.
Hani Parisliler aslında ondan nefret ediyormuş da bir yazar Paris’te kuleyi
göremediği tek yer olduğu için her gün oraya gidiyormuş hikayesi gibi… Ya da
daha yakından bir örnek de şey; Mihrimah Sultan Külliyesi’nin üstünde Güneş ve Ay
bir şeyler yapıyormuş, çünkü aslında Mimar Sinan, Sultan’a olan aşkını ifade
etmeyi amaçlamışmış. Ama açıkçası Güneş ve Ay’ın ne yaptıklarını ben çok
anlamadım, hikayeyi de çok iyi anlatamadım, zira pek inandırıcı da bulmuyorum kendisini.
Bence yalan. Hem de külliyen yalan, hehehe... Neyse. (Hikayeyi merak edenler buraya!)
Sanıyorum ‘mimarlık
hikayesi’nden neyi kastettiğimi az buçuk anlatabildim. Ama tabii ki mimarlık tarihinde Mihrimah Sultan Külliyesi’nin nasıl bir aşkla yapıldığından söz etmiyorlar; daha havalı, felsefi hikayelerden bahsediliyor. Misal en popüler
ve benim de sevdiğim hikayelerden birisi, Mies van der Rohe ve Robert Venturi
atışması hikayesi… Şimdi Mies amca bir gün tutmuş ‘az çoktur’ demiş, yani aza kanaat
etmeyen çoğu bulamaz.. Bunu duyan Venturi de boş durur mu, yapıştırmış hemen
cevabı: ‘az boktur’ diye. Şaka şaka, aslında az sıkıcıdır demiş ama İngilizceleri
kafiyeli oluyor ya, (Less is more / Less is bore) ben de Türkçeleri de kafiyeli
olsun diye böyle yorumluyorum olayı. İşte sonra kimisi Mies’i haklı bulmuş,
kimisi de Venturi’yi ve aslında duruma göre her ikisine birden hak vermemek de elde
değil. Anlayacağınız böyle
böyle ortalık karışıyor mimarlık dünyasında, sonra da efendim hep bir gıybet, hep bir dedikodu.. Bir de mesela Louis Kahn’ın
hikayesini seviyorum. Kahn bir gün tuğlaya sormuş ‘Tuğla, tuğla, ne olmak
istersin?’ Tuğla da cevaplamış ‘Kemer olcam ben.’ diye. Ben de ne zaman yatağa
uzanıp yandaki duvara baksam aklıma bu hikaye gelir. Ammaa,
ben tuğlaya ne olmak istediğini sorsam, en iyi ihtimalle ‘Ev yaparsan tuğladan,
kız alırsan Muğla’dan’ cevabını alacağımı bildiğimden, hiç bişi demem, kıs kıs
güler sonra da kıçımı duvara dönerim genelde.
Bütün bu güzide hikayeler
ve mottolar arasından benim hangisini desteklediğimi soracak olursanız, bu üç
beyefendiyi de kendine göre oldukça haklı buluyorum, ancak favori mimari
mottom, hepimizin çok daha iyi bildiği ve özümsediği; çok daha sağlam temellere
dayanan bir söz: ‘HER YER HER YERDE’. (Büyük harfle yazınca slogan gibi de oldu
ha!) Meğer herhangi bir mekanın dağınıklığını yüzünüze vurma gibi alelade bir
görevi üstlenen bu yüce cümlenin derin anlamlarını fark edebilmem için anne
olmam değil, mimarlık okumam bi de üstüne yüksek yapmam
gerekiyormuş. Gerçi ben daha yükselemedim ama en azından yükselenim mimar. Ehehe…
Ama şaka bir
yana, yalan değil, gerçekten de her yer her yerde. Aksini ispat edemiyorum.
Kimi zaman Mies’i kimi zaman Venturi’yi haklı bulabiliyorum; ama annemi haksız
bulamıyorum. Her yer hiçbir yerde midir veya hiçbir yer heryerde midir diye
soruyorum kendime, beynimden yanık kokularıyla beraber evet cevabı geliyor ve
sonra da diyorum ki, ‘ama o zaman yine her yer her yerde olmaz mı?’ Öyle
değilse bile ve eğer hiçbir yer hiçbir yerdeyse bile bu anne önermesinin beyin
yakma etkisiyle başka hiçbir mottoda karşılaşamadım henüz ne yazık ki… Ha işte
düşünmekten kafamın çok alev aldığı zamanlarda da başka bir anne mottosu
giriyor zaten devreye: ‘Ben karışmıyorum, babana sor!'
Yani demem o ki, dantellerine burun kıvırsak da bu muhteşem cümleyle annelerimiz felsefi mekan bilinçlerini ortaya koyuyor ve kuramsal alanda iyi bir skor yaparak dantellerin eksi puanlarını siliyorlar bence. Bu yüzden bu yazımı tüm annelere adıyor ve yine çok derin felsefi yorumlamaları yapılabilecek bir anne klasiğiyle kendisini sonlandırıyorum. 'Kime söylüyorum?'