ev macerası

Uzuncana bir süredir, şu anda odasında oturup masasında bu satırları yazmakta olduğum evden şikayetçiydim. Gürültüsü bir yandan (ki gürültüde nasıl vahşileştiğimi bilen bilir), odanın ışık almayıp beni vampire çevirmesi bir yandan, sonra efendime söyleyeyim mutfağın hijyen sorunları; bilhassa bana göre mutfağın kutsal nesnesi olan Sarı Bez'in temiz tutulmaması, ıslak bırakılması, küflendirilmesi; sonraa, evde benden başka öğrenci olmaması, sıkıntıdan patlayıp çatlamam şeklinde uzayıp gidecek bir liste dolusu sebepten ötürü evi değiştirmeye karar vermiştim. Gel gör ki benim gibi huysuzcana bir bünye söz konusu olunca, bir de bu huysuzluğun üzerine bu evdeki 'acı' tecrübelerim eklenince ev değiştirmek söylendiği kadar kolay olmuyor.
Bu dönem sınavlı dersim yoktu, sadece finalinde proje verilen derslerim vardı ve bu final dönemi süresince güzel ülkemde olabilirdim; fakat ev değiştirmem söz konusuydu ve geç gelip de güzel evleri ikinci dönem erasmuslularına kaptırmaya hiç mi hiç niyetim yoktu. Atladım uçağa geldim. Yani aslında maceranın buradan başladığını varsayacak olursak pek o kadar da atlayıp hop diye gelemedim. Öncelikle, 12.30 daki uçağa yetişebilmek için 7.30 da (7 de olabilir tam hatırlamıyorum ayakta uyuyordum) yola koyulduk annem ve babamla. İddia ediyorum, İstanbul'un trafiği, trafik kazalarından çok kalp krizi ve kanserden öldürmüştür insanları. Neyse ki araba kullanamamanın bazen güzel tarafları da olabiliyor; arka koltukta uyuyup trafiğin keyfini sürmek gibi. Ne kadar süre uyudum bilmiyorum ama saat 10 gibi falan havaalanında olabildik.
Hava alanına dair en net hatırladığım şey ise kalabalığın içinde kendimi gerçek bir lahana gibi hissediyor olmamdı. Hem havanın soğuk olmasından ötürü -özellikle sabahın yedisinde- üzerime giyindiğim kat kat ve kat kat giysiler, hem de sırt çantası kol çantası o çantası bu çantası son anda çantalara tıkıştırımış ıvır zıvırlar gerçekten hareket etmekte güçlük çekiyordum. Güç bela hareket edip pasaport kontorlünden geçtim. Bu arada neden bilmiyorum, pasaport kontolündeki abilerden ödüm kopuyor. Ne sorsalar inanılmaz panik oluyorum, ya unutursam adımı falan diye korkuyor, ortaokul sosyal bilgisi dersi sözlü anlarına geri dönüyorum... Halbuki ne kadar da basit sorular soruyor amcalar: "Erasmus musun" "Eeeuu şeeeyy yaanaii hıımm eveeet.." "Nerde okuyosun" "Burda mı orda mı ben mi ben galiba Gazi'de okuyodum sanki gibi şey.." Bir de bu amcaların İspanya'daki versiyonları var ki aman betim benzim atıyor adımı falan soracaklar diye.
Evet kontrolü bir şekilde geçtikten ve uçağın peronu birkaç defa değiştikten sonra her zamanki gibi Sinem'cimle bindik uçağa. Uçak kalktı, yanımdaki koltukların ikisi de boş, inanılmaz rahatım; ama gel gör ki ters taraftan almışım koltuğu. Neymiiş, arada bir coğrafya, fiziksel çevre denetimi gibi derslerde öğrendiklerimizi hatırlıyor ve sabah saatlerinde güneye doğru uçarken uçağın sol tarafından bilet almıyormuşuz. Şayet almak zorunda kalırsak da hırkamızı ya da hırkalarımızı çıkartıyormuşuz. Sızıp kalmış mıyım güneşin dibinde... Bir uyandım sırılsıklam... Neyse ki Madrid'de bildiğiniz bahar havası bekliyormuş beni de hasta falan olmadım. Ha yeri gelmişken belirteyim, birkaç gün önce montla duramadım dışarda, BEN, o derece...
İşte böyle tropikal bir yolculuğun ardından başladı ev maceram. Tropikal demişken elmanım armutun gözünü seveyim, tropikal meyveler ne kadar acayip berbat şeyler öyle. Neyse birkaç gün internetteki, okuldan aldığım listedeki ev adreslerinin telefon numaralarının içinde yüzdüm durdum. Sonra adaylar belirlendi ve kontör yükleyip toplu bir mesajla seçmelere çağırıldılar. Tabi malumunuz telefon kullanma özürlüsü bir insan olduğumdan o kadar da kolay olmadı. Sen tut toplu mesaj atmaya çalışınca onu MMS e çevir, 20 euroluk kontör gözlerimin önünde iki saniyede eridi bitti umutlarımla beraber... iyi mi... Neyse ki mesajı alanlardan bazıları geri döndüler de ertesi gün için üç tane evle görüşme ayarlayabildim. Evle görüşme evet. Evle.
İlk gittiğim ev, şu anki evime yakın sayılabilecek, cadde kenarında bir apartmanın ikinci katında yer alıyordu. Ev oldukça küçüktü, o kadar ki, salonda üzerimde tombiş montumla oturduktan sonra daha da hareket edemiyordum. Neyse, bana gösterilen oda, tatlı, sevimli olmasının yanı sıra caddeye bakan balkonuyla kalbime küçük bir ok fırlattı. Katlanan ahşap bir sandalyeye oturup çekirdek çitlemenin hayallerini kurdum saniyeler içinde. Ah ah, minik bir piknik tüpü ile küçük bir çaydanlık ne de yaraşırdı bu balkona.. Neyse odayı bir iki dakila falan gördükten sonra salonda oturup yarım saat boyunca falan ev sahibinin söylediklerini anlamaya çalışmam ve durmadan kafa sallayıp kendisini doğrulamam gerekti. Evde üç oda varmış, birinde o sırada evde olan, ev sahibinin ne okuduğunu bilmediği fakat kafasındaki kalın saç bantı ile bende dansçı stepçi izlenimi yaratan (Bkz: Leyla ile Mecnun, Şirin'in abisi) bir italyan oğlan ile eczacılık okuyan finlandiyalı bir kız.
Bütün bunları kafamın bir köşesine not edip ikinci eve doğru yol almaya başladım. Geçen dönem tanıştığım, bu dönem ülkelerine dönecek olan iki Hollandalı kız boşaltıyorlardı evi. Şehir merkezine, okuluma ve şu anki eve daha yakındı ve özellikle fiyatı çok uygun olduğu için bu eve bakmayı çok istiyordum. Gel gör ki ben Türkiye'deyken, son derece ilginç bir karaktere ve "ilginç" facebook profil fotoğraflarına sahip cici bici(!) hanım hanımcık(!?) bir arkadaşım evin en güzel odasını tutmuştu bile. Bana da kala kala apartman boşluğuna bakan yani yine ışık almayan oda düşmüştü. Yine de merkeziliği ve uygun fiyatından ötürü olabilitesi olanlar listesine ekledim evi.
Sonra günün üçüncü evine Carrefour'a yakın olduğu için ayrı bir heyecanla gittim. Ev sahibi beni sitenin bahçesinde bekliyordu. Gerçekten çok hoş bir sohbetimiz oldu kendisiyle. "Havalar de pek soğuk" tarzında. Neden bilmiyorum ama bir yandan konuşmaya çalışıp bir yandan da ben cevap verirken dünya falan patlayacakmış gibi bakıyordu bana. Tabi ki bu evin de odaları apartman boşluğuna bakmaktaydı ve neden bilmiyorum bir de soğuk sevimsiz bir havası vardı. Ev sahibesi de uzaylıymışım gibi davranınca bayanı gereksiz yere tiksindirmek istemedim.
Kafası karışmış, çaresiz bir şekilde eve döndüm. Bir yandan ilk iki ev arasında gelip gidiyor bir yandan da başka yerler araştırıyordum. Tabi evlerin başka insanlar tarafından tutulması olasılığı da ayrı bir stres yaratıyordu. Sonra tekrar mesaj attım, geri dönmeyenleri aramaya karar verdim bir cesaret. Ha bir de okula gidip okuldaki panodan bir tane ev ilanı bulmuştum. Yine bir umutla aradım... Açtı.. Bilin bakalım kim.. Evet uzaylı teyzeyi aramışım yine.. Tabi bu vesileyle evi istemediğimi de söylemiş bulundum... Sonraki gün için de başka üç evi görmeye gidecektim. Uzun uzun anlatmayayım, bu evlerin de odaları diğerleri gibi bir apartman boşluğuna bakmaktaydı. Fakat o gün gittiğim ikinci evde olaylar değişti...
Aslında şehir merkezine yürünmesine yürünür de gün içerisinde gittiğim evlerden biri merkezin bir tarafında biri öbür tarfında olduğundan, ikinci ev bana göre cehennemin dibinde falan gibiydi. Neyse o gün ricam üzerine Meriç de bana eşlik etmekteydi, yürü babam yürü yürü babam yürü hiç görmediğimiz yerlere falan geldik.. 53 numarayı arıyoruz. 52 numara var ama tek sayılar 45 te mi ne bitiyor. İlerisi de daha önceden hiç gelmediğim dağlık bayırlık ormanlık bir yer.. Sonradan ev sahibini tekrar aradım, meğersem 33 müş. Gittik 33 numaraya, bu sefer de kapıyı açmıyorlar. Dedim herhalde ben yine yanlış anladım, iyisi mi biz artık gidelim, ee kısmet değilmiş demek ki... Neyse sonra Meriç ikna etti ve bir iki dakika daha bekledik, ev sahibi geldi eve bakmaya gelen başka bir kız ile. Azıcık ilginç bir adamdı o da. Evde sadece kızlar kalabilirmiş sadece öğrenciler kalablilirmiş yok evi çok güzelmiş ama daha önceden kendisini iki tane kız aramış öncelik hakkı ondaymış bilmemkaç numaralı otobüsler geçiyormuş önünden balkonu şöyle harikaymış raflar böyle yeniymiş falan fişmekan... Adam zar zor sustu da gidebildik biz de nihayet evden. Dışarı çıktığımızda yanımızda, eve bakmaya gelen diğer kız da vardı ve üç kız bir araya geldik ya tanışıyoruz tanışmıyoruz dil farkı demeden başladık evin dedikodusuna. Sonra bu kız dedi ki, bilmemnerede bir ev gezmiş, "mm bellissima"ymış her şey yepyeniymiş falan anlattı bu evi biraz. Eve gittiğimde elimdeki listeden kızın tanımlarına uyan evi bulup aradım. Hemen o gün gittik evi görmeye ve "balkonlu ev mi ucuz ev mi" sorusunu kafamdan bir anda silip atıp tutmaya karar verdim. İkea'yı eve doldurmuş adam ve ev bildiğiniz taze inşaat kokuyor... Hmm enfes.. Neyse işte dün de kontrat işini falan hallettim, 29 unda anahtarı alacağım.. Bakalım orada ne maceralar bekliyor beni..

hızlı bir expo 98 turu...





















Lizbon

Belem Kulesi

 Daracık merdivenlerden yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz



 Kulenin sahilinden topladığım deniz kabukları =)

Jerenimos Manastırı



Manastırın içinden


Ve manastırın kilisesi



Şimdi de kent içinde yürüyerek Sao Jorge kalesine doğru yürüyoruz

Çiş duvarı

Porto'da Aralık ayının ortasında montlarımızla duramamıştık. Lizbon daha güneyde daha sıcak olur oh oh diyerekten sevinmiştim. Fakat havanın soğuk olması bir yana sis yüzünden pek bir şey göremedim. Şaka değil, meşhur köprüsünü falan baya baya göremedik sisten...

Şehrin merkezinde, bir tarafı denize bakan bir meydan var. 


Meydandaki bu kapıdan girip alışveriş yapabileceğiniz bölgeye geçiyorsunuz. Giriş katladaki dükkanlar, kafeler ve eski tarz binalarıyla ara ara Taksim'i anımsatıyor.


Tam yılbaşı/noel öncesinde gittğimiz için her yerde bu tatlıyla karşılaştık. Portekiz'in noele özel tatlısı, Pastel de Natal.


İç kısımlardaki meydanlardan biri. Yukarıdaki dağın tepesinde gözüken, Sao Jorge kalesi. Alt kısımdaki parlaklığın sebebi ise meydana yerleştirdikleri yıldız şeklindeki kocaman ışıklar.


Son olarak bir şarap dükkanından.

en okyanustik nokta!

Portekizin en okyanustik?! noktası burası. Başka bir deyişle, burdan dümdüz git git git, Amerika.