DİKKAT! Ölüm tehlikesi

Bundan birkaç sene öncesiydi, sevgili ailemin büyük çabaları sonucunda bana ehliyet verdiler. Evet ben almadım, sanki emniyetle ailem işbirliği yapıp bana ehliyet verdiler ve benim sınav yerinde bulunmaktan başka hiç bir çabam olmadı. Takdir edersiniz ki şimdi de araba kullanmaya dair en ufak bir bilgim yok; pedalların sırasını bile unutmuş durumdayım. Ehliyeti ise sadece nüfus cüzdanından daha küçük olduğu için yanımda taşımak ve arada insanlara dişletmek için kullanıyorum.
 
Ehliyet alma maceramın en ilginç hikayesi de sağlık raporunu alışımdı. Sıhhiye'de bir sağlık ocağı/poliklinik gibi bir yere gitmiştik okuldan çıkıp. Elimin sargıda, boynumun tutulmuş ve gözümde de lens yerine gözlük olduğunu hatırlıyorum. Boynumu sağa sola çevirmem söylendiğinde bunu yapamamış, harfleri okuyamamış hatta doktorun "işitmede bir problem var mı" sorusuna "efendim?" cevabını vermiştim. Ve o sağlık raporunu aldım. Üstüne direksiyon sınavını da geçtim ve evet o ehliyeti aldım. 

İşte buna benzer bir hikaye de yakın zamanda yine gerçekleşti hayatımda. Final haftası ve öncesindeki iki hafta da üst üste betonarme dersinin sınavı vardı. İlk vizede minimalist bir yaklaşımla beş sorudan sadece üçünü çözmeyi tercih ettim. İkinci vizenin yazılı kısmında bütün tasarım becerilerimi ortaya koydum; finalde ise dört metrelik açıklık için 130 cm'lik kolon (normalde 40-50  cm olması yeterli) ve bu kolona da 40 cm lik temel (en azından kolondan geniş olması gerek) bulmayı başarmıştım. Sonra sınav sonuçları açıklandı ve dersi geçmekle kalmadım, bir de AA'yla geçtim. Evet. 

Şansım böyle yaver giderse bir seneye kadar falan "mimar çıkacağım". Sonra belki kolonlu kolonlu binalar yapıp para kazanır ve araba falan da edinirim kendime. Topluma çok faydalı bir birey olurum artık. Muhuhohohaha.. 

Şehir


Şehir’de akşam saat sekizden önce eve gitmek yasaktı. Yasak dediysem öyle uymayanı  patakladıkları hapse tıktıkları cinsten bir yasak değil. Ama hani istisnasız herkesin kafasına güzelce yerleşmiş bir kuraldı bu ve Şehirliler bunu bütün kuralları sevdiklerinden daha da çok severlerdi. Yani işte kurallar dediysem de öyle kaskatı sevimsiz zorunluluklar listesi değildi bunlar. Ama bilirlerdi işte, severlerdi bazı şeyleri yapmayı. Gökyüzünden uzanan sarmaşıkların dev yapraklarında yaşardı her biri; ılık, yumuşacıktı evleri, hele ki akşamüzeri bir rüzgâr esmeyegörsün, o tatlı sallantıda o kadar güzel uyunurdu ki. Ama yine de işte sabah olup da yeryüzüne atlamanın tadı bambaşkaydı. Toprağın kokusunu hiçbir şeye değişmezdi birçoğu. Sabah erkenden kalkanlar taşlarla, toprağın üzerine, gece rüzgârın sildiği yolları çizerlerdi. İş yerleri, okullar, pazar yerleri, hepsini taşlarla yapmışlardı. Mesela büyükçene, üzeri yassı bir kayadan kent meydanları vardı ve yakınındaki okullarına giden çocuklar koşarak bu meydana ulaştıklarında, sarmaşıkların gölgesinde soluklanırken, kenti normalde boylarının asla erişemeyeceği bir yükseklikten izlemenin keyfine doyamayıp derslerine geç kalırlardı.

Sonra büyüdüklerinde çocuklar, kent ve taşlar küçülürdü gözlerinde ama yine de koşmaya doyamazlardı. Hatta yaşlandıklarında da. Toprak demek koşmak demekti onlar için. Koşmak demekse yaşamak. İşte bu yüzden kuraldı akşam sekizden önce eve dönmemek.

Ta ki içlerinden birisi bir ağaç kovuğu bulup onun içinde yaşamayı akıl edene kadar...