Ne kadar yüksekten uçabilirsin?


Hayatın sürprizlerle dolu olduğu söylenir hep. Umulmadık şeyler umulmadık anlarda olur derler. Tabii eğer herhangi bir şeyi umursamayı bile ummuyorsanız; veya herhangi bir şeyi umursasanız bile hiç bir kimsenin veya şeyin, umursamanızı umursamayacağı kadar küçükseniz, bu beklenmedik sürpizler boyunuzu, ağırlığınızı ya da uçabildiğiniz yükseklikleri aşan bir maceraya dönüşebilir. Şimdi bu söylediklerim de benim ufacık boyumu aşıyor olabilir; ama yaşadıklarımın insan boyutuna eşdeğerini yaşayan bir insan olsaydı da eminim daha kısa cümleler kuruyor olmazdı. Hatta başına gelenleri ballandırır, sümüklendirir, binbir tane de anlam çıkarırdı. Ama boyu ve ortalama yaşam süresi benim kadar olanlar için, başına gelen böylesi bir olaydan anlam çıkarsan da o anlamı veya dersi kullanacak pek de zamanınız kalmıyor geriye. Sadece böyle bir olay yaşayınca, diğerlerine göre, ya da beklenene, veyahut insanların tahmin ettiğine göre nispeten daha farklı bir hayatınız oluyor.

Neyse, lafı fazla uzatmayayım. Bendeniz, üç tane güzel ineğin kaldığı bir ahırda doğup büyümüş bir sineğim. İlkokulu köyümüzün ilkokulunda, ortaokulu şehir merkezinde ..  şaka şaka, sineğim yahu,  ineklerin bokunda ya da size göre en iyi ihtimalle bahçedeki çürümeye başlamış meyvelerin peşinde geçerdi burada günlerim. Tüm sinekler gibi gelene gidene sataşmaya bayılırdım, kulaklarının dibinde avazım çıktığı kadar bağırır, tam ineği sağacakken pıt diye burunlarına konar, ortalığı kendimce birbirine katardım.

Günlerden bir gün, evin 5-6 yaşlarındaki küçük çocuğu, annesiyle birlikte geldi ahıra süt sağmaya. Eline terliği alıp kovalama ihtimali pek olmadığından, olsa da zaten beni kolay kolay isabet ettiremeyeceğinden, bu ufaklığa sataşmak daha eğlenceli ve güvenli oluyordu her zaman. Bir de bu sefer bahçedeki meyvelerden yemiş besbelli, ellerinden gelen şekerli çürük meyve kokusu bu oyunumu her zamankinden zevkli kılmıştı. O gün bu tatlı kokulu eğlenceye dalıp çocuğun peşine takıldım ve ilk defa evlerine gittim. Amaan ne eğlence! Kapıyı pencereyi kapattıkları anda sessizlik bürüyor içeriyi, ve o temizliğin, sessizliğin içinde ‘Vıaaaa!’, vızlayarak bir uçtum mu odadakilerin hepsi deliye dönmeye başlıyor. ‘Hay ben bu sineğin!”

Şanslıyım ki, tam terlikler havada uçuşmaya başladığı sırada, bizim çocuğun yediği fazlaca meyveden midir, saatlerce benle uğraşmasından mı bilinmez, karnına bir ağrıdır girdi. Ev halkı, bu sefer de ona telaşlanmaya başlamıştı; ama ağrıyı da eline terlik alık kovalayamazsın ya, çocuğu hastaneye götürmeye karar verdiler. Ben de çocuğun elinden gelen meyveli kokuyu hatırlayıp düştüm peşlerine. Arabada eline konduğumda, varlığımı fark edemeyecek kadar halizdi çaresiz çocuk. Sonradan arabanın taşlı yollarda sallanmaya başlamasıyla çocuğun elini terk edip arabada dolanmaya başladım. Hoop sürücünün yanağına, hooop ordan annenin, çocuğun yanağında duran eline ve hoopppaa bir ötekinin burnuna, öbürsünün kulağına vızlamayaa… Derken tabii yine sinir etmeyi başardım bizimkileri, heh heh. Arabanın içinde kalkıp terlikle, patpatla kovalayamayacaklarından rahatça eğleniyordum. Fakat sonra birden şoför sinirle yanındakine döndü ve “Yauv şu camı aç da çıksın sinek midir nedir” diyiverdi. Yanda oturan asıldı cam koluna, bense hemen arka tarafa, çocukla annesinin yanına kaçtım; ama ne çare, sadece biraz daha zaman kazanmış, arabanın içinde biraz daha uzağa gitmiştim onlarla birlikte. Annenin beni arka koltuktan kovalamasıyla arabanın ön tarafına doğru uçuverdim ve burada, hayatımda gördüğüm en garip, şiddetli rüzgara kapıldım birden.

Bir uğultu ve hemen, daha ne olduğunu anlayamadan kesildi bu uğultu rüzgarla birlikte. Bir de baktım ki arabanın dışındayım. Neredeyim, hiç bir fikrim yok. Olsa da zaten bir anlamı yok, çünkü sadece arabada veya ahırda olmadığımı biliyorum. Başladım uçmaya. Pıtı pıtı pıtı pıtı… Uçtum da uçtum. Yoldan çıkıp önce kırlara doğru uçtum. Sonra kırlar bitti dağlara doğru uçtum. Ne bir meyve ağacı ne de bir bok gördüm burada. Devam ettim uçmaya, dağlar da bitti, başladı yine bir düzlük. Oturup üzerinde ellerimi ovuşturacak bir pislik aradım, yok. Devam ettikçe bu düzlüğün ortasında bir binanın etrafında birilerinin, bir şeylerin hareket ettiğini gördüm. Pıtı pıtı pıtı pıtı… Hareket eden araçlardan birine yaklaştım. Pıtı pıtı pıtı.. Yanları açık bu aracın içinde bir adam var. Pıtı pıtı… Adamın sıcaklığını ve kokusunu hissetmeye başladım. Pıtı.. Terlemiş kafasına konuverdim yavaşça. Ne yorulmuştum be.

Araç dolandı durdu, yorgunluktan uyuyakalmışım. Orada adamın kafasında ne kadar uyudum bilmiyorum. Adam aracı durdurup içinden çıktığında uyandım, birlikte araçtan çıktık. Tam o anda biraz ilerideki merdivenleri ve bu merdivenlerden çıkan kalabalığı gördüm. Sataşacak bir sürü insan vardı! Yanlarına gittiğimde bu sıcak, renkli ve kokulu kalabalığın arasına karışıp onlarla birlikte merdivenlerden çıktım, kapıdan içeriye girdim. Bir hengame, hepsi bir yerlere oturmaya çalışıyor, birbirlerini itekliyor, tam şenlik! Tam yerine yerleşmeye çalışan birinin burnunu gıdıklıyorum, yandakinin üzerine düşüyor, bir ötekisi beni kovalamak isterken önündekine vuruyor; içeride bir uçtan ötekine uçup önüme gelene bulaşıyorum.

Sonra ne yazık ki hengame sona erdi sonradan ve herkes bir yer bulup oturdu. Birileri yüksek sesle konuşup bir şeyler göstermeye başladığında bunun bir tür gösteri olduğunu düşündüm, fakat camlardaki görüntüler değişmeye başladığında hareket eden bir aracın içinde olduğumuzu, ve görüntüler sadece gökyüzünden ibaret olduğunda da bunun bir uçak olduğunu anladım.

Gazeteler dağıtılmaya başlayınca millete sataşmayı bırakıp pencerelerden birinin köşesine sindim, başladım dışarıyı seyretmeye. Oh ne güzel, uçuyorsun, hem de hiç uçmadığın kadar yüksekten, hiç uçmadığın kadar uzağa; ama tek bir kanat bile kırpmıyorsun… Yol boyunca devam ettim dışarıyı seyredip camın üzerinde dolanmaya, ve uçak tekrar yere inip de insanlar ayaklanana kadar ayrılmadım yerimden. Sonra yine bir süre gelene geçene sataştım ve dışarı çıkmaya başladıklarında aralarına karışıp ben de çıktım dışarıya.

Uçaktan indikten sonra başladım yine uçmaya, pıtı pıtı. Gökyüzüne doğru iyice yükseldim önce, acaba ben de uçaklar kadar uçabilir miyim diye… Yorulmaya başlayınca bu en yüksekte; kalabalık, renkler, pislikler ve sıcaklığın yoğun olduğu yeri kestirdim gözüme, ve başladım uçmaya. Yorulunca dinlendim, devam ettim uçmaya, ve işte pisliğin içindeyim.


Bu şehrin adını bilmiyorum henüz. Turistik yerlerini de gezmedim. Doğduğum ahırdan farklı bir yer olduğu kesin; ama kalabalık bir şehirde çöpleri kovalamak da bir ahırda ineklerin bokunu kovalamaktan daha zor sayılmadığından, metropolde yaşamanın zorluklarıyla ilgili nutuk çekmeye niyetim yok. Ama işin ilginç tarafı, pasaportum, kimliğim, hatta ismim bile yokken, ve bu şehri görmek umurumda bile değilken bir anda kendimi burada buluvermiş olmam. Sanırım her sineğe kısmet olmaz hiç kanat çırpmadan o kadar yüksekten ve o kadar uzağa uçmak; başka bir şehre, belki de başka bir ülkeye gitmek. Ama zaten bok her yerde bok olduğundan, hiç bir sineğin de umurunda olmaz ahırda ya da şehirde olmak… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder