Cevahir Efendi'nin Yıldızları

Puslu Kıtalar Atlası'ndan esinle...

Yeryüzünde padişahlar olanca görkemiyle hüküm sürerken; yerin metrelerce altında, yukarının hengamesinden kaçıp kendini toprağın sırlarını keşfetmeye adamış birkaç aile yaşardı. Gün ışığından ve onun meyvelerinden yoksun kalmanın bedenlerinde yarattığı bitkinlik haricinde mutlu sayılırlardı. Sadece zayıf lambalarının ışığında yaptıkları tuhaf icatları karınlarını doyurmaya yetmediği zamanlarda, bu icatlarını ya da tesadüfen buldukları değerli taşları satmak için yukarıya çıkarlardı.

Bu küçük yeraltı köyünün kuruluşundan ve düzenin yerli yerine oturmasından kısa bir süre sonra burada doğmuştu Cevahir Efendi. On yaşına kadar Güneş nedir bilmemişti, on beş yaşına kadar onu hiç merak etmemiş, yirmisine kadarsa hiç gün ışığı görmemişti. Yirmi yaşına bastığı sene, yeraltı köyünün tarlalarına tuhaf böcekler dadandığından, kendi icatları olan tuhaf bitkilerinden pek verim alamamışlardı ve içlerinden birilerinin yeryüzüne çıkıp takas işlerine girişmesi gerekiyordu. Açlığa ve karanlığa rağmen gençliğinin bedenine verdiği dinçlikten ötürü içlerinde en sağlıklı ve normal gözüken kişi Cevahir’di ve bu görev bu kez de ona düşmüştü…

Köyün yeryüzüne açılan gizli kapısını araladıktan sonraki birkaç saat boyunca parlak aydınlık yüzünden gözlerinden yaşlar akıp durmuştu. Sırtındaki çuvala doldurduğu kıymetli taşları satmak üzere köy meclisinin tarif ettiği bedesteni ararken de bu yaşlar süzülmeye, gözleri de hiç olmadığı kadar yanmaya devam ettiğinden henüz toprağın üstünün neye benzediğini anlayamamıştı. Ama bedestene varıp da buradaki hengameyi gördüğünde yeryüzü Cevahir’i şaşırtmaya başlamıştı bile… Her şey inanılmaz derecede parlaktı, tüm insanlar gürbüz, tenleri parlak ve renkliydi. Dahası, mallarını önlerine yığmış bu adamların böylesine tez hareket edecek, birbirlerine avaz avaz bağıracak gücü bulmalarına hayret etmişti. Yeryüzü tarlarını, ağaçları, çiçekleri ve uçan kuşları ise ancak işlerini tamamlayıp dönüş için yola koyulduğunda görebilmişti.

Köyüne döndükten sonra Cevahir günlerce, haftalarca bu göz alıcı dünyayı düşünüp durdu. Yukarıdaki adamlar gibi güçlü kuvvetli olmanın, gün ışığı altında teni sızlamadan durabilmenin, rüzgar saçlarını uçururken tarlaların tepesinde uçuşan kargaları seyretmenin hayalini kurdu. Bu hayaller içinde çoğaldıkça köyünün katı kuralları daha da anlamsız gözüküyordu gözüne. Köy meclisinin sürekli yinelediği “yeryüzünün hengamesinden yalanından dolanından şusundan busundan uzaklaşma” cümlesi gün geçtikçe daha da anlamsız gelmeye başlıyordu. Yeryüzü hakkında bilgisizliğin verdiği korkuyla bu tuhaf düşünceleri bastırmaya çalıştıysa da zamanla bu hastalıklı yer Cevahir’e daha da dayanılmaz gelmeye başladı. Günlerce düşündükten sonra, ne pahasına olursa olsun bu kuyudan kaçıp gitmeye karar verdi.

Köyün gizli kapısının anahtarını muhtarın boynundaki ipten çalıp kaçtığı hemencecik anlaşılmış ve bu durum köy içinde büyük bir olay olmuştu. Ama asıl büyük olay bundan aylar sonra, Cevahir’in kaçarken, içinde yeraltı köylülerinin büyülerinin icatlarının açıklamalarının yazdığı defterleri de götürdüğünün anlaşılmasından sonra çıkmıştı. Köylülerin de tahmin ettikleri gibi, onlar bu eski arşivlerin yokluğunu fark ettiğinde Cevahir çoktan yeryüzünde bu icatların ve büyülerin ticaretini yaparak zengin olmaya başlamıştı bile… Aslında yeryüzünün kötülüklerinden kaçıp buraya gelmiş olan köylülerin hiç birinin tekrar yukarı çıkıp da Cevahir’in peşine düşmeye niyeti yoktu; ama bu işe en çok dertlenen köyün büyücüsü Elmas boş durmayacaktı. Günlerce aylarca düşündü, taşındı, iksirler hazırladı, muskalar yaptı ve sonunda Cevahir’den intikamını alacak büyüyü yapmayı başardı. Bu büyüye göre Cevahir’in aşkına tutulup da köyünden kaçtığı ışık, asla onun peşini bırakmayacak; güneş her yerini yakacak, tüm ışıklar gözlerini alacaktı. Böylece yer altından kaçan bu adam, yer üstünde de bu eski yaşantısına benzer bir hayata mahkum kalacaktı.

Elmas’ın büyüsü tutmuştu. Cevahir tam yeryüzüne, güneşe alışmış, güçlenmeye başlamışken birdenbire parlak hiçbir şeye dayanamaz olmuştu. Kendisine, eskisine benzer karanlık bir dünya kurmak zorundaydı; güzel, apaydınlık evinden vazgeçip kapkalın taş duvarları olan, kale burcuna benzeyen bir ev yaptırdı kendine. Ancak büyü, Elmas’ın hesap dahi edemeyeceği kadar güçlüydü ve en kötü etkisi, kalın taş duvarlara rağmen ayın ve yıldızların ışığının geceleri Cevahir’e ulaşabilmesiydi. Gündüzleri parlaklığın verdiği acıya katlanabilse de geceleri peşini bırakmayan bu aydınlık asla uyumasına izin vermiyordu.

En karanlık yerde bile ışık canını yakan Cevahir, bu büyü yüzünden yıllar boyunca uyuyamadı. Uykusuz gecelerinde işlerini devam ettiriyor, köylülerin icatlarını ve büyülerini geliştirip satmaya devam ediyordu, böylece bu ızdırabı en azından paraya dönüştürebilmişti. Tuhaf yaşantısından ve görüntüsünden ötürü, evinin yakınlarındaki köylerde, kendisinin vampir olduğuna dair söylentiler dolanıyor, anneler yaramazlık yapan çocuklarını Cevahir Efendi’nin adıyla korkutuyordu. İcatlarını sattığı adamlar da ona karşı saygılı davransalar da birçoğunun bu garip adamdan ödü kopuyordu.

Birkaç yıl içinde gücünü ve servetini katlayan Cevahir Efendi, büyünün etkisine bir çare aramaya karar verdi. Daha en başında bu kararın kendisini karanlık işler yapmaya zorlayacağını bildiğinden, bu işlerde kendine yardım etmesi için köyden, Medet isminde bir çocuğu yanına aldı. Vücudunun bir yarısı az geliştiğinden aksayarak yürüyen bu çocuğun iç burkan bir görünümü vardı; fakat zavallılığı köydeki diğer çocukların acımasız alaylarına engel olamamıştı. Ailesine de pek faydası dokunamadığından, Medet de dahil herkes, onun Cevahir Efendi’nin yanına yerleşmesine sevinmişti. Medet, efendisinin garip hayatına rağmen burada insanların garip bakışlarından alaylarından uzakta olmaktan mutluydu; Cevahir Efendi ona bu güne kadar kimsenin göstermediği önemi ve saygıyı gösteriyordu.

Cevahir Efendi’nin derdine çare olarak bulduğu fikir ise güneşi ve yıldızları söndürmekti… Bunun için yıllar boyunca fiziğin, kimyanın her türlü sırrını araştırıp icatlar yapmayı denedi. Önceleri birilerini güneşe veya yıldızlara gönderip yakından söndürmeyi planlıyordu. Bu hevesle uzun yıllar boyunca türlü türlü yöntemler denedi ve akıllara durgunluk verecek yüzlerce bahaneyle yüzlerce insanı, güneşi söndürebilmek için gökyüzünün derinliklerini gönderdi. Başlarda efendisinin bu insanları gaddarca ölüme yollamasına inanamasa da Medet de bir süre sonra bu ölümlere alışmaya başladı, hatta her yolcu göğe uçtuğunda efendisinin kendisini yollamadığına seviniyordu.

Cevahir Efendi, uzun yılların sonunda bu planlarının işe yaramayacağını kabullendi; ama güneşi söndürmekten vazgeçmeye niyetli değildi. Gökyüzünün sırlarını çözmek için yapılan her türlü mistik araştırmayı öğrenmeliydi. Ancak söz konusu mistik araştırmalar olunca yazılmış kitaplar çaresiz kalıyor, insanların arasına karışıp kulaktan dolma bilgilerin kaynağına ulaşmak gerekiyor, burada da iş Medet’e düşüyordu. Gökyüzüne dair dolaşan tüm söylentileri araştırmaya koyuldular ve çoğu araştırmalarında, insanlar onlara gökyüzünün sırlarına merak salmış, hayatını buna adamış Alya isminde bir kadından bahsediyordu; fakat bu kadının yerini sorduklarında cevap alamıyorlardı.

Bu kadın hakkında ulaşabildikleri tek bilgi, eskiden yaşadığı kasabanın ismiydi. Cevahir Efendi, Medet’i bu kasabaya gönderip Alya Hatun’un akrabalarıyla tanışıp onun izini bulmaya karar verdi. Medet’in insanı acındıran görünümü sayesinde bunu başarmak hiç de zor olmadı, haline acıyıp onu aralarına alan kasaba ahalisi, birkaç ay içinde büyük sırlarını, kendilerine hiçbir zarar vermeyeceğine inandıkları bu aciz adama anlattılar. Onların söylediklerine göre gökyüzü meseleleriyle fazla haşır neşir olmaya başlayan Alya Hatun, sonuna yıldızlardan başka bir şey düşünemez, konuşamaz hale gelmiş, tuhaf düşüncelerle elden ayaktan da kesilince şehirdeki bimarhaneye yollanmıştı. Ancak onlar her şeye rağmen bu kadının iyi niyetini bildiklerinden onun adını kirletmek istememiş, bu sırrı kendi aralarında saklamaya karar vermişlerdi.

Alya Hatun’un yerini bulduktan sonra Cevahir Efendi işi bu kez Medet’e bırakmak istemiyordu, kalın kıyafetlerini giyinip onlarca şemsiyesiyle söz konusu bimarhanenin yolunu tuttu. Ne yazık ki bunca zahmete girip bunca yolu gittikten sonra Alya Hatun’u bulduğu hal onu oldukça hayal kırıklığına uğrattı. Elden ayaktan düşmüş biçare kadın ağzını açıp da iki kelimeyi zar zor söylüyor, söyledikleri kelimeler de kendi icadı olan tuhaf terimlerden ibaret oluyordu. Alya Hatunsa kendisini ziyarete gelen bu soluk benizli zayıf adamın derdinin ciddiyetini her şeye rağmen sezmişti ve ona yardım edebilmek için fazlasıyla güç sarfediyordu.  Her ikisi de kadının bu haliyle koskoca gökyüzünün tüm sırlarını anlatamayacağını, anlatsa da artık konuştuğu dil bambaşka olduğundan ötekinin onu anlamayacağının farkındaydılar. Bu yüzden Alya Hatun yıldızlara koyduğu isimleri sayıklamayı bırakıp kasabasının ismini tekrarlamaya, burada evinin duvarlarında gökyüzünün sırlarının saklı olduğunu ima eden sözler söylemeye başladı… Cevahir Efendi kadının anlattığını güç bela anlayabildikten sonra, gün ışığının verdiği acıdan bitkin düşmüş bir halde evine dönüş için tekrar yollara düştü…

Ziyaretten sonra Cevahir Efendi, Medet’i tekrar Alya Hatun’un kasabasına, bu kez evinin hangisi olduğunu belirleyip onu iyice araştırmaya gönderdi. Buradakiler Medet’i tanındığından ve ona fazlasıyla acıdığından evi bulması zor olmamıştı, Alya Hatun’un bu evde bir zamanlar beraber yaşadığı annesiyle de ahbap olmuş, evin her tarafını gezmiş, karış karış gözlemlemişti; fakat evin duvarlarında yıldızlara dair en ufak bir ipucu yoktu.  

Medet, efendisinin dileğini yerine getirmeye kararlıydı, evin duvarlarını daha detayı inceleyebilmek için gizli bir şekilde içeri girmesi gerekiyordu. Sıcak bir yaz gecesi, herkesin en derin uykusunda olduğundan emin olduğu bir saatte, evin yakınındaki ağaçlardan birine tırmanıp güç bela alçak çatının altındaki eliböğründelerden birine atlamış, oradan da açık pencerelerden birinden evin içine atlayıvermişti. Tam da Alya Hatun’un bimarhaneye gönderilmeden önce kaldığı odaya düşmüştü; cebinden çıkardığı mumları yakıp odanın her tarafını incelemeye koyuldu. Duvarda, pencerenin hemen kenarındaki bozuk sıvayı fark etmesi fazla zaman almadı. Cebinden çıkardığı çakıyla, fazla ses çıkarmamaya gayret ederek bu sıvayı kazıdı ve bağdadi duvarın çıtasına ulaşmayı başardı.  Mumu yaklaştırdığında iki çıtanın arasından, duvarın içinde bir şeyler olduğunu görebiliyordu. Heyecandan bir an için gecenin sessizliğini unutup bu çıtalardan birini var gücüyle söktü ve Alya Hatun’un buraya sakladığı defterine ulaştı. Hemen sonrasında çıkardığı gürültünün birilerini uyandırmış olabileceğini hatırlayıp pencereden ağaca atlayıp koşarak kasabadan uzaklaştı.

Defteri ele geçiren Medet, defterin içindekilerden hiçbir şey anlamıyordu. Efendisi kendisine, sadece işlerini görmesine yetecek kadar okuma yazma ve hesaplama öğretmişti. Bu tuhaf defteri hızla efendisine ulaştırmaktan başka bir şey gelmezdi elinden. Cevahir Efendi ise çoktandır gök bilimlerine meraklı olduğundan Alya’nın defterinde tanımladığı yıldızları, yöntemleri birkaç hafta içinde çözmeyi başardı.
Alya Hatun, defterinin bir bölümünde güneşin ve yıldızların parlaklığını ayarlayacak bir yöntemden söz ediyordu. Fakat bu yöntem, gözlemlerinden, araştırmalarından tamamen bağımsız, doğruluğu şüpheli bir yöntemdi, Cevahir Efendi bunun bir kehanet ya da büyü benzeri bir şey olabileceğini, Alya’nın da ancak bu yöntemi önceden denemiş birilerinden duyup da yazmış olabileceğini düşünüyordu. Yöntem ne kadar şüpheli ve de zor da olsa yıllar süren uykusuzluğu nedeniyle Cevahir Efendi denemeye hazırdı.

Defterde anlatılana göre, yılda güneşin sadece bir kez doğduğu yerde yüksek bir dağın tepesine olağanca büyük bir kubbe inşa edilecek, bu kubbenin tepesinde göğün en parlak kırk yıldızını temsil eden kırk tane filgözü pencere açılacaktı. Güneş doğmaya başlamadan kırk gün öncesinden itibaren her gün bu pencerelerden birisi siyah cam boyasıyla boyanacaktı. Pencereler boyandıkça yıldızlar, kendilerinden daha sönük yıldızlarla beraber bir bir sönecek, en son gün de güneşi temsil eden en büyük filgözü boyandığında ise güneş sönecek ve doğmaktan vazgeçecekti.
Cevahir Efendi güneşin bir kere doğduğu bu yeri bulup hesaplamalarını yaptı, pılını pırtını topladı, sağ kolu Medet’i ve kubbeyi inşa etmek üzere ustaları da yanına alıp kuzeyin en soğuk noktasına doğru yola çıktı.  Gün battıktan hemen sonra vardıkları bu karanlık yere alışması da zor olmamıştı. Yine de hiç uyumadan kubbenin tamamlanmasını bekledi.

Kubbe bitip de sıra pencereleri boyamaya geldiğinde Cevahir Efendi bu görevi Medet’e verdi ve kendisi de kubbenin içine girerek gökyüzünün yavaş yavaş sönmesini, kendisinin de yavaş yavaş uykuya dalışını burada beklemeye karar verdi. Medet, efendisinin her isteği gibi bunu da sorgusuz sualsiz kabul etmişti; fakat içten içe Cevahir Efendi’nin belki de aylar, yıllar sürecek bir uykuya dalarak kendisini olanca zavallılığıyla yalnız bırakacağı aklına geldikçe üzülüyordu. Cevahir Efendi uyuduktan sonra kendisinin zavallı bir adam olarak bu soğuk diyarın ortasında kalakalacağını düşündükçe üzüntüsü öfkeye dönüşmeye başlıyordu.

Tüm endişelerine rağmen Medet pencereleri boyamaya başladığında işler değişti. Kubbenin içinde yılların yorgunluğuyla uzanıp uyumayı bekleyen Cevahir Efendi, kendisini rahatsız eden ışıkların gün be gün sönükleştiğini fark ediyordu; ama yıldızların sönmeye başlamasının insanlarda nasıl çalkantılara sebep olduğundan haber alamıyordu.  Medet ise ikinci pencereyi boyamasından itibaren tüm dünyada bir kıyamet korkusunun dolaşmaya başladığını öğrenmişti. Birkaç gün daha geçtiğinde bu korku daha da artmıştı ve Medet kötü düşünceleri kafasından atmak istese de elindeki bu güçle yapabileceği onlarca şeyin fikri bir bir aklına doluşuyordu.

Kırk günün bir haftası da bu çelişkileriyle geçti. Artık bütün dünyada yıldızların sönmesinden başka bir şey düşünülmez, konuşulmaz olmuştu.  İşin garibi, dünyanın geleceğinin ne olacağı korkusu Medet’i de fazlasıyla sarmıştı, ya da elindeki imkanı kullanabilmek için bu korkuyu kendine bahane ediyor, vicdanını böyle rahatlatmaya çalışıyordu. Uzunca düşündükten sonra, Cevahir Efendi’yi yıllardır özlemini çektiği derin uykuya sonsuza dek ulaştırma fikriyle kendisini ikna etmeyi başardı.  Korkunç bir vicdan azabıyla kubbenin kapısının altından içeriye doğru zehirli gazı yavaş yavaş gönderdi. Birkaç saat bekledikten sonra içeri girdiğinde efendisinin ilk defa gözleri kapalı bir şekilde uzandığını ve de ilk defa nefes almadığını gördü.


Bu kabahatinin sonrasında artık Medet’in durması için hiçbir sebep kalmamıştı. Babası gibi bildiği efendisini sevmiş olsa da kendisini onun garip, karanlık hayatına ortak olmaya zorlayan diğer insanlara karşı öfkesi o günden itibaren gitgide büyüdü… Yıldızları parlatıp söndürebildiğini zamanla herkes öğrenmişti; fakat bunu o karların arasındaki bir kubbenin pencerelerini boyayıp silerek yaptığından asla kimsenin haberi olmadı.  İstediği olmadığı, insanlara kızdığı ya da tek dostu olan Cevahir Efendi’yi özlediği zamanlarda kubbenin tepesine çıkıp pencereleri boyuyor; birileri gönlünü az da olsa hoş etmeyi başardığında ise boyaları siliyordu.  Medet’in uzun ömrü boyunca tüm dünya, yıldızların sönüp gitmesinin korkusunu yaşamaya devam etti… Medet, eski efendisinin yanına gömüldüğünde ise geriye tüm bu olanlardan sadece tuhaf, soğuk bir kubbe kaldı…