Final turu - Bölüm 3: Bilbao

Eveeet artık boş zamanım olmadığına ve şu an harıl harıl yapı çiziyor olmam gerektiğine göree eksik yazıları tamamlayabilirim diye düşünüyorum, ne de olsa söz konusu ders olunca başka her şey daha cazip geliyor... Eee nerede kalmıştım en soon, sanırım dinlenmek için Madrid'e döndüğümüzden bahsediyordum... Evde kaldığımız iki gün boyunca dinlenmenin suyunu çıkardık bir güzelce. Sözde enerjimizi toplayıp devam edecektik gezinin kalanına; fakat "Amaan Bilbao dediğin nedir ki, birkaç saatlik yol şunun şurasında" diyerekten otobüs biletlerini sabahın yedisine mi ne almıştık ve tahmin edersiniz ki bu sabahın yedisinden önce otobüs bekleme, terminale gitme, tekrar otobüs bekleme gibi bir süreç söz konusuydu. Yine de bilmem söylememe gerek var mı gün ışığı altında ve çenebaz İspanyolların arasında sürdürdüğümüz yolculuğumuz süresince, gece sessizliğindeki uzuun yolculuklarımızda uyuyabildiğimin birkaç misli daha uzun süre uyudum. Aslında Bilbao hakkında pek bir fikir sahibi değildim, ısrarla gitmek istemiş olmamın sebebi ise Guggenheim müzesini görmeden İspanya'yı terk etmek istemeyişimdi. Diğerlerine göre daha kısa süren yolculuğumuzun ardından geldiğimiz yer diğerlerinden oldukça farklıydı. Hafiften kapalı havası ve her yanı sarmış yeşillikleri gördüğümüz anda ilk düşüncemiz "Avrupaya geldik" oldu.

Neyse bu sefer gün ortası olduğu için işimiz daha kolay olacaktı, mutluyduk. Neşe işe indik otobüsten Avrıpa'ya. Fakat o da nesi, etraftaki tabelaların neredeyse tümünde garip bir dilde yazılmıştı her şey. Gerçekten o kadar garipti ki hiç bir dile de benzetemiyorduk, ne latinimsiydi, ne anglik ne de germentraktı. Sadece metro istasyonunda sarı çizginin gerisindeki şeritte, kapıların duracağı yerlere denk gelecek şekilde "trena geldi dagoenean sartu" yazısını, "tren geldi" diyormuşçasına sevip bağrımıza basabilmiştik. Neyse ki sonrasında yerel halkın İspanyolca konuştuklarını fark edip rahatlamıştık, fakat bu rahatlık çok da uzun sürmeyecekti...



Artık hostele gidip eşya bırakma aşamasından bahsetmeme gerek yok sanırım. Hazırlanıp hemen gezme işlemlerini başlatmaya karar verdik ve harita istemek için resepsiyona indik. Resepsiyondaki bayan harita vermekle de kalmayıp uzun uzadıya nereler gezilir ne yapılır onu anlatmaya koyuldu. Yörede pinchos adı verilen meşhur tapasımsı bir yiyecek türü olduğunu ve çok lezzetli olduğunu söylediğinde ise kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. Sonra zıplaya zıplaya dışarı çıkıp nehrin kenarından kent merkezine doğru yürümeye koyulduk. Düzenliliğinden midir, sokakların boşluğundan mı yoksa bitki örtüsünden mi bilmiyorum ama gerçekten farklı bir hali tavrı vardı buranın.


İşe tabii ki katedral ve kent meydanını görmekle başladık. Zaten şehir merkezi, katedral ve plazalı antik bölge ve nehrin karşı tarafında alışveriş temalı geniş bir caddenin etrafında şekillenmiş daha yeni bir bölümden oluşuyor. Bu arada "Akşam pinchos yeriz heh heh" diye keyiflenirken bir yandan da etraftaki dondurmacıları kesmeye başlamıştım. Çünkü burada dondurmacılar ilginçleşmişti, peynirli donduma bile gördüğümü hatırlıyorum ve bir yandan da klima etkisiyle üşütmüş boğaza dondurma yiyemediğimden ertesi gün için en iyi dondurmacıyı tespit etme çabasına girişmiştim. Gezmeye devam ederken bir yandan "bugün şunu gezelim şurayı görelim" diye program yapmaya çalışıyorduk kiii farkında olmadan şehir merkezinde gezilecek her yeri gezip bitirmiştik. Bu arada şu alışverişli caddeden Guggenheim'a doğru ilerlerken bir cupcake dükkanına rastlamıştık ve Beril, benim dondurmacıya verdiğim tepkinin 10 katıyla gidip burnunu dükkanın camına dayamıştı. Ben midemde o gün için pinchosa yer ayırttığımdan ve tatlı olarak da gözüm dondurmadan başkasını görmediğinden cupcakelere uzaktan göz kırpıp yoluma devam etmeyi tercih etmiştim, Berilse "Kapkeyki yesem de Elifle yemek yiyeceğim" sözünü vererek hayatının en mutlu buluşmalarından birini yaşamıştı, zira kendisini havaalanından almaya gittiğimde bile bu kadar mutlu ve zıpzıp değildi.

Ve sonra akşam oldu. Hava henüz kararmamıştı ama artık gezmeyi sonlandırıp yemek yemek, dinlenmek istiyorduk. Kent merkezine dönüp meşhur pinchosları aramaya koyulduk. Şimdi şu pinchostan biraz daha bahsedeyim,  tapasın daha küçük ve çöp şiş batırılmış olanıydı sadece ve genellikle kanepe gibi küçük bir ekmek parçasının üstü süslenmiş bir şeydi. Fakat fiyatları yemeğin ölçeğine ve niteliğine göre biraz fazla kaçıyordu ve en azından girebildiğimiz yerlerde bunlara alıcı gözüyle baktığınızda çok da iştah açmıyorlardı. Hayal kırıklığıyla daha doyurucu bir yiyecek aramaya koyulduk ama dükkanların hepsinde sadece bu kanepelerden vardı ve moral bozukluğu artışından mı yoksa saat ilerledikçe çoğu kapışıldığından mı bilmiyorum ama gitgide bu pinchoslar daha da çirkin gözüküyordu gözüme. Kapkeyki mideye indirmenin rahatlığıyla Beril bu durumu umursamazken sonunda canıma tak etti ve kalk dedim kalk migros neyin bulalım alırız iki ekmek iki de zeytin yaparız kendi pinçosumuzu. Gel gör ki memlekette normal restoran, dönerci, simitçi, kokoreççi, nohut pilavcı olmadığı gibi bir migros hatta bir çinli mahalle bakkalı bile yoktu. Saat dokuz civarında bulabildiğimiz tek mini Carrefour ise kepenklerini çoktaan indirmişti. Biraz böyle dolandıysak da fayda etmedi hatta zaman ilerledikçe etrafta soru soracak insan bile kalmamıştı. Saat daha dokuzdu ve zaten gündüz 3 saat siesta yapmış olan bütün bu insanlar nereye gitmişti? Dahası, bu insanlar ne yiyorlardı?  Hadi diyelim karınları kanepe, dondurma ve cupcake ile doydu, peki bu insanlar şampuanı nereden alıyorlardı? Kafamda bir sürü soru işareti halay çekerken ben artık pes ettim ve hosteldeki yiyecek makinesinden idare etmeye karar verdim. Artık tek isteğim kahvaltı saatinin bir an önce gelmesiydi....

Bir sonraki uzun günümüzü şehrin biraz daha uzakta kalan (ki uzak bizim için bu tatilde toplu taşıma aracı kullanmak demekti) bir bölgesine gitmeye ayırmıştık. Nehrin biraz daha okyanusa doğru uzandığı ve genişlemeye başladığı delta gibi bir noktada Alberto Palacio'nun yaptığı çelik Vizcaya köprüsü ile insanlar nehri bu köprüye asılı, sekiz dakikada bir gelip giden bir gondolla geçiyor. Bir de nehir boyunca ilerlediğinizde güzel manzaralar, yalı tadında lüks evler ve halk plajları ile karşılaşıyorsunuz. Burada önceki akşamın aksine bol bol insan gördük hatta bakkal bile vardı ama hayat kalitesinin burada oldukça yükseldiği de belliydi. Neyse, sonra manzaraya doyduğumuzda şehir merkezine geri dönmeye karar verdik ve metroya doğru yöneldik. Metrolar da şehirlerin parmak izi gibi sanki, hepsi bir ayrı oluyor. Ama Bilbao metrosunun yeri ayrıdır bende. İlk gün yerde "tren geldi" yazdığını gördüğümde bir kanım kaynamıştı zaten, sonra metronun içinde ara bölmelerin yani vagonların olmadığını fark edip etrafı daha bir dikkatli incelemeye başlamıştık. O sırada cama yapıştırılmış uyarı işaretlerini incelemeye başladım ve işte o "oturmaya mı geldik ayol" konulu uyarıyı burada gördüm. Hatta inanır mısınız buna bu kadar gülmenin üzerine bir de cüzdan buldum koltuklardan birinin üstünde. Bir metro daha ne yapabilirdi ki insan için...


Döndüğümüzde şu alışveriş caddesinde inip Guggenheim'a doğru yürümeye başladık. Artık dondurma yememin de zamanı gelmişti ve tatlıcı radarlarını açmıştım. Sonra içinde dondurmacısı olan, kocaman, güzel bir park bulduk ve burada dinlenmeye karar verdik. Mutluydum ama içimde nedense o dondurmayı yemesem daha iyi olabilirmiş gibi bir his vardı. Sonra biraz da Guggenheim'ın önünde serilelim deyip yolumuza devam ettik. Tamam yemek falan yok ama buradaki banklarda uyumak için gidilebilir bence Bilbao'ya. Lizbon'da başımıza gelenlerden sonra mümkün olduğunda uzağına oturmaya özen gösterdiğimiz sokak müzisyeninin küçük repertuvarı canımızı sıkmaya başlayana kadar miskin bir şekilde yatıp durduk. Kalkıp müzenin öbür tarafına doğru ilerlemeye başladık. Turist görünümlü bir adam bir şey sormak istercesine yanımıza geldi. Turist olduğumuzu anlamış olacak ki bize yanımızda kendi ülkemizin parası olup olmadığını sordu ve varsa küçük bir bozukluk istedi. Anlam verememiş ve biraz da korkmuştuk açıkcası ve adamı olumsuz cevabımızla bırakıp yanından uzaklaştık. Bu sırada etrafta dolanan düğün insanları vardı (gelinle damatı önceden gördüğümüz için bu süslü insanların da düğüne geldiğini tahmin etmiştik) ve adam bu düğün insanlarından bir anne ile küçük kızının yanına gidip kızla konuşmaya başladı. Çantasından çıkardığı uzun balonu şişrip sonra da katlayarak köpek haline getirip kıza verdi. Uzunca da bir süre kızla ve ailesiyle konuşmaya devam etti, bizse neler döndüğünü çok merak edip izlemeye başlamıştık. Sonra garip garip numaralar yapmaya devam edince kızın ailesi de tedirgin olmuş olmalı ki kızı alıp oradan uzaklaştılar. Ama adam kimdi amacı neydi çok merak ettim. Neyse bize dönelim, bu olayı da izledikten sonra yine bütün dükkanlar kapanmadan buzdolabı süsü alabilmek için hediyelik eşya dükkanı aramaya başladık. Tabii ki şehrin en turistik öğesi olan müzenin hemen karşısında bu dükkanlardan iki tane bulduk. Alışverişi tamamlayıp çıktığımızda ne göreyim! İşte aradığım dondurmacı hemen orada duruyordu! Çeşitlerinin yarısı falan çikolatalıydı sanırım ve diğer dondurmalardan farklı yumuşacık bir görüntüsü vardı. Ne yazık ki parktaki o sıradan dondurma ile midemi çoktan doldurmuştum ve bunu yemeye hiç mi hiç halim yoktu. "Hadi canım, senin mi yemeye halin yoktu" diyenlerinizi duyabiliyorum, şu an yazınca bana da pek inandırıcı gelmedi aslında ama cidden yoktu. Dışarı çıkıp tabelasını dikkatle okudum: Amorino. Şubeleri olabilecek bir markaymış gibi duruyordu ve belki Barselona'da da bulurum diye kandırdım kendimi, ne de olsa Barselona otobüsümüzün kalkmasına az zaman kalmıştı...

Peki Barselona'da Beril ve Elif'i neler bekliyordu? Elif kalbine ok fırlatan dondurmacıyı Barselona'da bulabilecek miydi? Beril yeniden cupcake yiyebilecek miydi? Hadi diyelim yediler, yediklerini Barselona plajlarında yüzerek yakabilecekler miydi? Bir sonraki bölümü bekleyin. Ama çok da bekleyebilirsiniz benden söylemesi, sonra vay neden yazmıyosun vay ne oldu unuttun mu demeyin, bütün çizimler ödevler sıkışsın diye bekliyorum ben o zaman daha güzel yazılıyor. Heh heh.

(Bu bölümün şarkısı da bu olsun: http://www.youtube.com/watch?v=Q671QIDeH-U)

dert varsa çözüm de var. haydi bakalım.

Geçenlerde arabanın egzoz borusuyla bacağımı hilal şeklinde yaktım demiş miydim? Muhteşem yanık maceralarımdan en havalısı oldu bu sanırım. Neyse bu arada benim manyak bilgisayarım da kendini yakmaya niyetlendi galiba nasıl bir bunalıma sokuyorsam zavallıyı artık... Hemen ilk yardımda bulundum tabi. Canım canım...