Balkon

Sevgili gönül dostlarım; bu yazıma hepinize sevdiklerinizle, mutlu ve kalorili bir bayram dileyerek başlamak istiyorum. Evet, zira benim için bayramın ilk iki günü bu şekilde geçmiş bulunmakta. Zaten el öpme - para alma seremonisi ve asla yapılmayan bayram ödevleri, teen yaşlarımla birlikte tarihe gömüldüğünden beri bayram kavramı benim için "ailece bir araya gelelim", "obaa dokuz gün tatil" gibi daha manevi, ulvi vs anlamlar kazanmaya başlamıştı.. Bu bayram da işte öyle uzaktaki sevdiklerimiz Ankara'ya gelince bir maaile toplanma durumumuz oldu. İlk günümüzü geleneksel bir şekilde Chez Anneanne'de bayram özel mönüsü ile geçirdikten sonra ikinci gün; yani bugün on altı kişilik ekibimizle bizim evde toplandık..


Fakat geçtiğimiz üç hafta boyunca yaşadığım acı staj tecrübesinin etkisiyle de olacak ki bugün benim dışımdaki on beş kişi neşve ile gülüp eğlenirken, ben bir köşede kendimi, yaşamımı, benliğimi, işlevimi sorgulamaktan alıkoyamadım.. Neden diyeceksiniz... Şimdi az önce anneme sordum; bizim salonun elli metrekare olduğunu söylüyor. Ki benim parmak hesabıma göre elliden fazla bile olabilir ama hata payım yüksek; bu konuya sonra geleceğim.. Bir de balkonumuz var işte yaklaşık iki metre eninde falan. Muffy 1.5 yaşında, 40-45 santim boylarında enfes bir köpekti... ipek gibi tüyleri... amaan balkona geçiyorum.. Her neyse, bir ara koskocaman salonda sadece üç kişi vardı ve ailenin bütün kadınları mutfaktan, salondan falan topladıkları sandalyeleri balkona getirip neredeyse trencilik oynar gibi arka arkaya dizerek balkonun uzun dikdörtgensel formuna adeta meydan okuyarak orada toplanmışlardı. Bu esnada balkonun rengi solmuş demirbaşları çekyatlar kıymete binmişti ve nesiller arasında; "aa anne sen otur" "vay sen yoruldun geç otur" "yok yok ben iyiyim şimdi gitçem" isimli nezaket savaşları patlak vermişti. 

İşte o an gökyüzünün en uzak noktasına baktım ve dedim ki kendi kendime; "Salonu istediğin kadar büyük çiz, insanlar yine kendi bildiğini yapacak ve balkonu camla kapattırıp herkesi orada toplayacaklar!" Sonra düşündüm ve Metin Bey'e -kendisi staj yaptığım şirketin patronu olur- hak verdim. Sunuma götüreceği bir konut projesinin çizimlerini hazırlarken ben, odaların metrekarelerini şişirerek yazmamı istemişti. Öncelikle mimarlar olarak kendi aramızda Metin Bey'in bu yanlış davranışını kınadık ve sonra ben metrekareleri yazmaya koyuldum. Bitirmeye yakın Metin Bey gelip rakamları daha da arttırmamı istedi. Neticede evin 9 metrekarelik en küçük odası 12 falan gösteriyordu. O an için konut sahibine çok üzülmüş olsam da bugünden sonra kendimi teselli etmenin yolunu buldum; nasılsa balkonda oturacaklar!

Neyse konusu açıldı madem biraz stajdan bahsedeyim. Stajın ilk gününde bir projeye mahal numarası vermem istendi. Daha önce staj yapmış olan arkadaşlarımdan öğrendiklerim doğrultusunda zaten stajdan çok süpersonik bir beklentim yoktu; fakat ilk günden mahal numarası verme işi de çok ağırıma gitmişti doğrusu. Bir an için bütün ömrüm boyunca sadece mahal numarası verecekmişim gibi geldi nedense ve "ben on altı senedir bunun için mi okuyorum yani valilik binasının odalarına numara vermek için miydi bütün o kümeler, fonksiyonlar, serbest atışlar, osmanlı tarihi ve fotosentez" gibi düşüncelerle  boğuşmaya başladım. Neyse ertesi gün en azından söz konusu valilik binasının kesitlerini çizmeye başladım da "kiriş yüksekliği" "döşeme kaplaması" "zemin ilişkisi" gibi bazı şeylere kafa yorarak kendimi rahatlatmayı başardım. 

Fakat valilik binası kesiti bile bu yabancı ortama alışmamı sağlayamamıştı. Etrafımdaki herkes, sadece bir türlü dahil olamadığım 3 konu hakkında konuşuyordu; kreşe/yaz okuluna başlayan çocuklar, yeni evin tadilatı ve iftara gidilebilecek yerler. Benimle konuşmak istediklerinde ise genelde "özel sektör çok kötü", "kpssye hazırlan devlete gir", "özel sektör çok zor", "öğrenciliğin kıymetini bil" konularını açıyorlardı ki bunlar da beni mahal numarasından çok daha fazla üzmeyi başarıyordu. Zira aralarında beni en çok strese sokan ise "öğrenciliğin kıymetini bil" cümlesi oluyordu. Önümüzdeki döneme altı ders sıkıştırmamak için ikinci döneme; yani beşinci yılına uzatma kararı almış, sosyal aktivitelere katılan falan bir insan olsam da bu cümleyi duyunca sanki öğrenciliğin kıymetini bilmek için yaz kış okulun arka bahçesinde oturup vakur bir tavırla çekirdek çitleyerek okulu seyretmem, te cetvelime sarılmam falan gerekiyormuş gibi bir hisse kapılıyorum. Sahi nası bilinir öğrenciliğin kıymeti tam olarak?

Her neyse, konuya geri dönelim. Şirketteki mimarlardan hiç biri ortaya koydukları üründen memnun değildi; tek umursadıkları saat altıda işten çıkıp çocuklarına kavuşmaktı. Yaptıkları işin tasarımla pek bir ilgisi yoktu ve le Corbusier'in le'sini bile anmıyorlardı. Belki de dekonstrüktivizmi evde çocuklarına tekerleme olarak öğretiyorlardı. Hatta en çok içimi parçalayan durumlardan biri; koskoca mimarlar 'pencere' kelimesini aynı cümle içinde beş defa kullanıp beşinde de e'leri açık olarak söylemeleriydi. E neticede ben de zavallı bir stajer parçasından başka bir şey değildim. Tutup da Metin Bey'e "le Corbusier olsaydı metrekareleri sabunlamazdı bi kere hıh." diye kafa tutamıyor veya diğer çalışanlara "PEANCEARE DEĞİL PENCERE ayrıca o -de de ayrı yazılır" şeklinde atarlanamıyordum. Her gün, saat altıya kadar bilgisayar başında gözlerim yana yana çalıştığım diğer günlere duyduğum saygıdan susuyor, kulaklığımı takıp bütün peanceareleri duymazlıktan geliyor, Metin Bey'in küçük çılgın dünyasından kendimi soyutluyordum.

Her gün akşam "tamam büyük konuşmayayım ama umarım ileride böyle bir yerde çalışmam" diyerek günü sonlandırıyordum ve işte sonunda stajın kendisi de tamamiyle bitmiş bulunuyor. Bu güzide üç haftanın sonunda omuzlarımda ağırılığı beşe katlanmış bir gelecek endişesiyle klasik yaz tatili düzenine girmiş bulunmaktayım. Bu arada yaz tatili beslenme sürecimle ilgili ilginç bir tespitte bulundum. Normalde okul zamanı gündüzleri tavuk döner geceleri çikolata-kahve ve aralara serpiştirilmiş anne yemekleri gibi basit bir yemek düzenim oluyor. Zaman zaman işin içine dersler, uykusuzluk, stres, yorgunluk falan da girince abur cubur miktarı ile kütlem ters orantılı bir biçimde ilerleyebiliyorlar. Yazınsa bir ucunda Ebru Şallı, diğer ucunda Cafe Fernando olan bir biyolojik saate geçiyorum sanki. İbre Ebru'dan yana olunca kaloriler içime dert oluyor, pilates topuyla el ele tutuşup koşuya çıkasım falan geliyor. Fernando'dan yana olunca da kekler pastalar rüyalarımdan çıkmıyor. 

Bu arada yarın da dayımlara gideceğiz, terasları var kocaman, salon kadar. Yani endişelenmeme gerek yok.