Birkaç ay önce Dürrenmatt hakkında araştırma yaparken "Understanding Friedrich Dürrenmatt" kitabının girişindeki ayrıntılı biyografiyi başka kaynaklardan da bir şeyler ekleyerek özetimsi çeviri haline getirmiştim. Bu sabah yine projeyi ne yapacağımı düşünürken eskizleri yakıp kendimi düz yazıya verme hissiyatından olacak ansızın aklımda beliriverdi Dürrenmatt'ın hayatı.. Biraz uzun fakat heyecanlı ve ilham verici olduğunu düşündüğümden burada bir köşede bulunsun istedim.. Buyrun işte Friedrich Dürrenmatt'ın ibretlik yaşam öyküsü...
Dürrenmatt, 5 Ocak 1921 de Bern şehrinin Emmental bölgesinin
Konolfingen kasabasında doğdu. Babası kasabanın papazı olduğundan hayatının ilk
14 senesini bir papaz evinde geçirmiş. Çok zengin olmasalar da her yemekte
yardıma muhtaç 1-2 kişiyi sofralarına davet ederlerdi. Papazın oğlu olduğu için
kasaba halkının Dürrenmatt’dan beklentisi yüksekti; yine bu sebepten diğer
çocuklarla çok güzel ilişkileri yoktu. Babası oğlunun kendisi gibi papaz
olmasını istiyordu; fakat Dürrenmatt açık fikirli bir gazeteci olan
büyükbabasına çekmişti ve babasının yolundan gitmeyecekti. Babasıyla
anlaşmazlıklarına gelince; babasının inancından, samimiyetinden şüphe duymasa
da bu katı dindarlığın babasıyla arasına ördüğü resmiyet duvarına karşıydı.
Babasını kaybettiğinde de bu yaşadıklarından ötürü pişmanlık da duymuş aslında.
Annesi ev içinde daha baskındı, ve o da dindar bir kişiliğe sahipti. Kasabadaki
çocuklara İncil okumakla, yardım kuruluşlarıyla falan ilgilenirdi. Annesinin,
“dua ettiğim, inançlı olduğum için ailemle mutlu mesut yaşıyorum” gibi bir
inancı vardı ve Dürrenmatt da bu düşünceye kızıyordu, Hristiyan dünyasına olan
öfkesinde bu durumun katkısı da oldu. Bir yazısında, Hristiyan bir ortamda
doğduğunu ve bu inancın hayatı boyunca peşini bırakmadığını da belirtmiş.
Okula başladığında standart Almanca öğrenmeye başlıyor ( kasabada
konuşulan lehçe biraz farklı sanırım). Kitap okumaya meraklı ve bu yıllarda
hayatı boyunca ilgisini devam ettireceği astronomiye de merak salıyor. Resme
merakı da yine bu yıllarda resimlendirilmiş kitaplarla başlıyor. (Dürer,
Rubens, Rembrandt, Michelangelo, Böcklin ve bazı yerel ressamlar) Kendisi
Konolfingen’i minik burjuva tarzı binaların çirkin yığını şeklinde tanımlasa da
kasabadaki tahıl tarlaları, köknar ormanları, komşuların saman yığılı
çitlikleri ve papaz evinin kocaman labirent gibi tavan arası Dürrenmatt’ın
hayal gücüne bir hayli katkıda bulunuyor.
14 yaşındayken babası Bern’de bir işi kabul ediyor. Fakat
Dürrenmatt için durum o kadar da parlak olmuyor. Okulla yine sıkıntıları devam
ediyor. Bir yıldan sonra, kendisinin “başarısızlar ve çok çalışıp yalnız
olanlar” için olarak tanımladığı bir özel okula geçiyor. Burada okuldan iyice
soğuyor ve dersler yerine kafelere falan gidip Lessing, Nietzsche, Wieland,
Hebbel gibi isimleri okuyor. Tiyatroyla da tanışması bu şehirde oluyor; amcasının bir tiyatro locası var fakat bu
dönemde çok aman aman meraklı değil tiyatroya. Hayatının bu hem okulu sevmediği
hem şehir değiştirdiği (hem de benim tahminin yaşından da kaynaklı) döneminden
ömür boyu nefret etmiş. Hiç iyileşemeyecek yaralar aldığını söylüyor bu
dönemde, hem kendisi hem de başkaları tarafından. Çocukluk hayalleri (tarlalar, köknar
ormanları vs hayal dünyası) da artık olmadığından kötü bir dönem geçiriyor.
Ressamlık hayalleri de bu dönemlerde başlıyor (anladığım
kadarıyla iyileşmez yaralardan kastı da resimdeki başarısızlığıyla başlayan bir
özgüven sorunu, çünkü hayat boyu sürekli pes edip duruyor). Sanat akademisine
girebilmek için sınavlara hazırlanmaya başlıyor ve bu sırada fiziğe ilgi
duyuyor; hatta keşke zamanında daha çok fizikle ve matematikle ilgilenseymişim
diye bir pişmanlık da duyuyor. Latince ve yunanca derslerini ise oldukça
gereksiz buluyor. Resim konusuna gelince, Dürrenmatt yaratıcı ve ekspresyonist
resimler yapıyor; fakat o dönemde Bern’de moda olan empresyonist resimler. Resimlerini
görenler “git hadi biraz elma resmi çiz” benzeri yorumlarda bulunuyorlar.
Hocaları ailesine edebiyat okumasını öneriyorlar. Sonrasında Bern
üniversitesinde iki dönem Alman edebiyatı okuyor. (1941)
1942 yazında askerlik dönemi geliyor fakat gözleri bozuk
olduğu için yardımcı serviste çalışıyor. Hitlerin bir saldırısı için askerler
kimlik kolyesi yapıyor bu dönemde. Askerliği oldukça gereksiz ve saçma buluyor
hatta ilerde oğlu askere gitmediği için hapse atıldığında da bu fikrinin
ısrarla arkasında duruyor.
Sonra Zürich Üniversitesinde iki sömestr okuyor. Bu esnada
bohem bir yaşam tarzı var, haftasonları yemek parası yetmediğinden Bern’e eve
dönüyor. Çok çalışmıyor, para sıkıntısı da var. Ekspresyonist bir ressam olan
Walter Jonas’la tanışıyor, bu adamın yaptığı, sabahtan akşama kadar süren,
ressamların, gazetecilerin, müzisyenlerin ve öğrencilerin katıldığı
toplantılara katılıyor. Bu dönemde komedi yazmaya çalışıyor fakat yıllar sonra
tamamlıyor bu komediyi. 1942 de “Christmas” adında bir öykü yazıyor ve bu öykü
daha sonra 8 diğer hikayesinin de olduğu “the city” kitabında yayınlanıyor. Bu
dönemlerde Dürrenmatt kendisini nihilist yazar olarak tanımlıyor. Hastalanıp
Bern’e dönmek zorunda kalana kadar burada Heym, Kafka, Brecht ve Rudolf Kaβner
gibi yazarları ve kendi yazma yeteneğini keşfediyor.
Bern’de 3 sene daha okuyor. Babasının tutuculuğuna inat alan
değiştirp felsefe okumaya başlıyor. Bu esnada öyküler yazmaya da devam ediyor.
1946 yılında tezini vermesi gerekiyor fakat Dürrenmatt bu sırada yine bir tür
krizde; çünkü 3 sene boyunca Hegel, Kant, Kierkegaard okuduktan sonra vardığı
sonuç yine aynı oluyor: yazar olmak istediği. Tezini yazmaktansa dram türünde
ilk oyunu olan “It is Written” ı yazıyor. Okulu bırakıyor ama felsefeyi değil -
resmi bırakmadığı gibi-.
O yaz bir aktris olan Lotti Geiβer ile tanışıp kaynaşıp
Kasım ayında evleniyorlar. Lotti’nin çalıştığı Basel şehrine gidiyorlar. Tek
odalı, kötü durumda bir evde kalıyorlar ve bu sırada ilk çocukları Peter
doğuyor. (hani şu asker kaçağı olan) Bir tiyatro yayıncısı olan Peter Lotar,
Staldtheather (Lotti’nin çalıştığı tiyatro) dan Kurt Horwitz’in masasında İt İs
Written’ı görüp çok beğeniyor ve Dürrenmatt’ın evine onunla tanışıp oyunun
oynanmasını teklif etmeye gidiyor. Basel’in kabul etmediği oyun Zürich’te
oynanıyor. (19 Nisan 1947, Yön: Horwitz)
Oyunun tarihsel ve dinsel bir teması var, Münster’de isyan eden bir
Anabaptist’i anlatıyor. Prömiyer sonrası bir skandal oluyor (oyunculardan
birinin çıplak bir şekilde aya erotik temalı bir şiir okumasından ötürü sanırım
ama oyunun metni mi öyle yoksa yönetmen yorumu mu onu anlamadım) ve oyun
beğeniliyor hatta Drama Prize ödülünü alıyor, çevre yapıyor ve kaybetme
korkusunu da yenmiş oluyor. Ardından ikinci oyun “The Blind Man” Sahneleniyor
ve çok başarılı olmuyor. Bu sırada para konusunda oldukça sıkıntıdalar hala ve
bu yüzden Lotti’nin annesinin yanına Voitsberg’e taşınıyorlar, Lotti işi
bırakıyor.
Bundan sonra Dürrenmatt dramdan vazgeçip komediye başlıyor.
Düz yazılar, radyo oyunları ve bir de sinema filmi senaryosu yazıyor. (The Case
of Donkey’s Shadow). İlk büyük çıkışı ise Romulus’la oluyor. Kendisinin de en
beğendiği 3 oyunundan biriymiş (diğer ikisini bilmiyorum) ve daha sonra tekrar
tekrar revize ediyor oyunu. Oyun başarılı olsa da ekonomik sıkıntılar devam
ediyor. Lottinin de kendisinin de sağlık sorunları var; Lotti 1949 da doğacak
olan ikinci çocuğa hamile, kendisi ise sonradan diyabet olduğu anlaşılacak olan
hastalığıyla uğraşıyor. Paraya ihtiyacı olduğundan tanıdığı bütün yayıncıları
arayıp hepsine bir roman taslağı anlatıyor (hatta hepsine farklı farklı
hikayeler anlatmış) ve yayıncılar da ona parayı gönderiyorlar. Ancak Dürrenmatt
hiç birini yazmıyor… (ihbin ihbin ihbin) Sonra en başarılı romanı olan “Yargıç
ve Celladı” nı yazıyor ve bu şekilde para kazanıyor. Bu romanın sonradan filmi
çekilmiş hatta Dürrenmatt bu filmde küçük bir rolde de oynamış. (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0075140/?ref_=fn_al_tt_1)
Bu sırada üçüncü çocuk da geliyor. (en az üç tabi) ve sonunda kendi evlerini de
alıyorlar.
Bir sondaki yazdığı oyun ise bir türlü bulamadığımız “Bay
Mississippi’nin evliliği” oluyor. Dini ve adaletsel bağnazlıkları, zinayı ve
devrimi konu alıyor bu oyun. Çoğu tiyatro bu oyunu reddediyor taa ki Münich’te
bir tiyatro oyunu oynamak isteyene kadar. Ülke dışında oynanan ilk oyun oluyor.
Bundan hemen sonra “Babil’e Bir Melek İniyor”u yazıyor fakat seyircinin tepkisi
son derece donuk oluyor. Tiyatroyu bırakıp düz yazı yazma kararı alıyor. Bu sırada yine para ihtiyacı artıyor, Lotti
hasta ve bu yüzden alelacele “Yunanlı bir Kız Aranıyor” u yazıyor. Radyo oyunu
yazmaya devam ediyor. Sonradan kitaba da çevirmeyi düşündüğü “Die Panne”
oyununu yazıyor.
Ve “Yaşlı Bayanın Ziyareti” ile tiyatroya dönüş yapıyor. Uluslararası
bir başarı kazanıyor, oyun çok beğeniliyor. Broadway’da de iki sene oynuyor ve
NY Drama Critics ödülünü alıyor. Bu
oyununda sonradan filmi çekilmiş (bkz: http://www.imdb.com/title/tt0058724/)
oyun 25 dile çevriliyor, müzikale uyarlanıyor. Bu sırada radyo oyunu Die panne
de ödül alıyor. Yaşlı Bayan, Sovyetler Birliği tarafından da kapitalizmin
şeytani yönünü gösterdiği gerekçesiyle çok beğeniliyor, hatta Dürrenmatt da
daha sonra Sovyetler Birliği’ni iki kere ziyaret ediyor.
1957 de bir film senaryosu yazıyor; “It Happened in The
Broad Daylight” çocuk istismarını konu alan didaktik bir film bu ve sonradan
roman haline getiriyor: The Pledge. Yaşlı Bayan’dan sonra seyircinin yazardan
beklentisi çok artıyor ve bu nedenle sonrasında yazdığı “Beşinci Frank”
başarısız olunca bizimkisi yine tiyatroyu bırakıyor. Ancak yine sözünde
durmayıp 1962’de Fizikçiler’i yazıyor ve bu 2. En beğenilen oyunu oluyor. 62-63
sezonunun Almanca konuşulan ülkelerde en çok oynanan oyunu oluyor. Sonra Herkül ve
Augias'ın Ahırı radyo oyunu sahneye uyarlanıyor ve başarısız oluyor. The Fall
ismindeki öyküyü yazıyor. Arkasından Göktaşı ile 1966 yılında eski saygınlığını
geri kazanıyor. İlk oyunu İt is Written’ı “The Anabaptysts” adıyla komediye
uyarlıyor. Bir süre oyun uyarlamakla ilgileniyor. Shakespeare’in,
Strindberg’in, Goethe’nin ve Büchner’in oyunlarını grotesk komedi olarak
uyarlıyor.
Makale ve
konuşmalarla da politikaya dahil oluyor ufak ufak. Mısır ve İsrail arasındaki
Altı gün savaşı (İsrail’i destekliyor), Prag baharı, Vietnam savaşı, Fransadaki
öğrenci olayları (sene 68) gibi konular gündemde. Çekoslovakya’nın işgali
sırasında iki tarafı da yapıcı bir yeniden değerlendirmeye çağırıyor. Bu sıralar
yaptığı bir konuşmayı daha sonra yazı haline getiriyor, hatta öğrencilere de
dağıtıyor, ismi çok hoş: “Monster Lecture on Justice and the Law”. Bu konuşmada
komünizme de kapitalizme de çıkışıyor; çünkü ikisinin de doğasında ikiyüzlülük
olduğunu düşünüyor. En çok da “Fikri Milli Savunma” adı altında bu ayrılıklara
tahammülsüz bir tavır takınan kendi ülkesini eleştirmiş.
Şimdi burda ben
kocaman bir parantez açıyorum. Dürrenmatt’ın makaleleri hakkında başka bir
kaynaktan (bkz: http://www.press.uchicago.edu/books/durrenmatt/vol3_introduction.html ) aldığım bilgileri eklemek istiyorum. Bu
Monster Lecture’a Dürrenmatt bir kıssa ile başlamış aslında. Bu kısmından tam
emin değilim birileri aydınlatırsa iyi olur, kıssaya göre Hz. Muhammed bir
takım ahlaksız olayları gözlemlemek için bir tepeye saklanır ve Allah’ın
sayesinde olayların adaletli ve ahlaklı bir şekilde çözüldüğünü görür. Ve bu
kıssayı biraz uyarlamaya çalışır mesela Muhammedin yerine bilim adamını koymayı
dener ve bu uyarlamalardan da böyle bir sonucun günümüz dünyasında, komünizmde
de kapitalizmde de gerçek olmayacağı kanısına varır. Ayrıca kapitalizmi kurt
oyununa benzetir; kurtların kuzları talan ettiği gibi kapitalizmde de insanlar
diğer insanları talan etmektedir, toplumlar geliştikçe fiziksel talan mal mülk
talanına dönüşür. Komünizmi ise iyi çoban oyununa benzetiyor ama burada
insanlar zeki kurt değil sadece zeki koyunlar oluyorlar. Her iki sistemde de
devletin sonuçta fazla güçlü olduğunu belirtiyor. Yani burda insanlar
kendilerine uymayan iki sistem arasında sıkışıp kalıyorlar. Aslında iki sistem
de aynı sonuca ulaşıyor insanlar için; fakat sadece birinin konsepti toplumdan
bireye ulaşmak, diğerinin ise bireyden topluma. Ve son olarak da ideolojileri,
güç kazanmanın kozmetiği olarak tanımlıyor.
Parantezi kapatmadan bir de yine bu linkte yer alan başka
bir makalesine değinmek istiyorum: “Switzerland - A prison”. Bu aslında yine başta bir konuşma ve bu
konuşmada Çekoslavakya cumhurbaşkanı aynı zamanda bir oyun yazarı olan Vaclav
Havel’e direk olarak sesleniyor. Havel İsviçre’ye geldiğinde bu konuşmayı
yazıyor ve aslında ona seslenerek kendi ülkesindeki politikayı, Havel’in bazı
sözlerinden alıntılar da yaparak sorguluyor. Havel, hayalindeki ülkenin İsviçre
gibi bir ülke olduğunu söylüyor, Dürrenmatt da buna karşı çıkıyor. İsviçrenin
tepkisiziklerinden ötürü aslında hapisaneye “sığınmış” olduğunu belirtiyor. Bu
konuşmayı 1990 yılında yapıyor ve yazılı hali de ölümünden sonra yayınlanıyor.
Şimdi parantezi kapatıp öteki kaynaktan Dürrenmatt’ın
hayatını anlatmaya devam ediyorum. Basel’de bir tiyatro kolektifine katılıyor.
Ancak burada hem politik hem de sanatsal anlayışıyla bazı ayrılıklar yaşıyor ve
bir seneden az bir sürenin sonunda kalp krizi geçiriyor ve buradan “Ne olacak
bu İsviçre tiyatrosunun hali” düşünceleriyle ayrılıyor. Hastaneden çıktıktan
sonra “Cultural Prize of Canton Bern for literatüre” ödülünü alıyor; fakat
aldığı ödülü üç kişi arasında paylaştırıyor: bir gazeteci, bir tarihçi bir de
vicdani redci. Ayrıca bu ödülü aldığı seremonide de kendisini destekleyen
kesim, içten içe hayranlık duyduğu hippi ve rocker kesim; ki bu durumda bir
skandal oluyor.
Amerika’da Temple Üni’den doktora almaya gidiyor ve burada
Florida, Yucatan, Karayipler, NY gibi yerleri gezme imkanı oluyor. Döndüğünde
“sentences from America” yazısında buradaki izlenimlerini anlatıyor. Amerikan
rüyası sona erse de Amerika’da çok iyi olanalar olduğunu, Sovyetler Birliğinde
ise iktidardakiler dışında pek kimseye imkan olmadığını belirtiyor.
Schauspielhaus tiyatrosu’nun başına geçmesi için
çağırılıyor; fakat kabul etmiyor. Bu tiyatronun başında olan eski arkadaşı
Harry Buckwitz’i bir politik tartışmada koruduğu için çağırıldığını; aslında
istenmediğini düşünüyor. Basel’deki tiyatro kollektifinde başına gelenlerden
sonra aslında böyle bir kanıya varmış olabilir;
bir tür paranoyaya kapılıyor. Aynı zamanda bu politik olaylardaki karşıt
tutumu, Sovyetler Birliği’ne ikinci gidişinin olaylı oluşu, ödül aldığında
karşıt görüşlü (kendisiyle değil) hippie gençlik tarafından desteklenmesi
gibi olayların da Dürrenmatt’ın bu tavrı
ve ruh halinde etkisi oluyor. Tiyatroya
bunca emek verip karşılığını alamayan Dürrenmatt 3 yıl sonra bu ruh hali içinde
Uyarca’yı yazıyor.
Yom Kippur savaşında yine İsrail’i destekliyor. İsrail’e
çağırılıyor, üniversitelerde dersler veriyor ve “essays about israel”i yazıyor.
Aynı yıl Birleşmiş Milletlerin ”Siyonizm Irkçılıktır” kararı için de imza
topluyor. Society for Christian - Jewish Cooperation tarafından
ödüllendiriliyor ve Kudüs’teki iki ünversiteden de onur doktorası alıyor.
Daha sonra yazdığı “ The Grace Period” Oyunu başarısız
oluyor ama bu sefer fazla umursamıyor.
Hatta prömiyere bile katılmıyor ve geleneksel tiyatrodan ne kadar
uzaklaştığını görmek için yazdığını ve arada ışık yılı kadar mesafe olduğunu
fark ettiğini söylüyor.
Bundan sonra düz yazı yazmaya devam ediyor. Konularım’ı
yazıyor. Die Panne (radyo oyunu) sahneye uyarlaması teklifi geliyor fakat direk
reddediyor. “Complete Works Edition” üzerinde çalışıyor, yayınlanmamış
eserlerini yayınlıyor. Üniversitelerde sempozyumlara katılmaya onur doktoraları
almaya devam ediyor.
Akıl hastanesinde geçen bir politik komedi olan Achterloo
oyununu yazdığı sırada Lotti aniden ölüyor. Achterloo’yu ölen eşine adarken
oyunun prömiyerinde, daha önceden tanıştığı, kendisine hayran olan ve
belgeselini çekmek isteyen film yapımcısı aktris Charlotte Kerr ile
karşılaşıyor. Birkaç ay sonra evleniyorlar, belgesel de “Portrait of a Planet”
ismiyle tamamlanıyor.
Achterloo’yu sonradan 3 kere daha revize ediyor. Dürrenmatt bundan sonra kendini tam anlamıyla
düz yazıya adıyor. “Minotaur: A ballad (kendi resimlediği)” “Execution of
Justice” “Valley of Confusion” u yazıyor. Hayatının son yıllarında ödüller
almaya da devam ediyor.
1990 yılının 14 Aralık günü (yaa evet maalesef..) 69 yaşında
kalp krizi geçirerek ölüyor. 5 Ocak 1991 de ise Prag şehri Dürrenmatt’ın 70 ine
basamadığı doğum gününü Achterloo IV’nin sahnelenmesiyle kutluyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder